30 Ekim 2010 Cumartesi

MUSIC ROCKS

Pastırma yazı ya da sonbahar ne derseniz deyin, dinlediğim depresif albümleri saymazsak bu ay müzikal anlamda bana yazı yaşatan iki şarkı vardı. Bunlardan biri 3 hafta boyunca song of the week koltuğunu kimseye kaptırmayan Shakira, diğeri ise bir hafta da olsa bu zevki yaşayabilen Kesha. Küçüklüğümün şarkıları ve büyürken dinlediiğim Britney parçalarının Glee Cast tarafından yeniden yorumlanmasını ise çok beğenenlerdendim. Her ne kadar bölümü beğenmesem de bu bölümden sonra Glee sevgimi kaybetsem de gençler şarkıları 10 numara söylemişlerdi. Hele ki Toxic yorumu.


N.E.R.D ft. Nelly Furtado // Hot'n'Fun
The Ting Tings // The Hands
Rihanna // Only Girl In The World
Rihanna // Who's That Chick de bu ay fazlaca dinlediğim diğer şarkılardandı.

Ay boyunca onlarca kez dinlediğim ''Sale El Sol'' albümüyle Shakira sadece iPod'umu değil çeşitli GQ kapaklarını da şenlendirdi. Aşağıda hem Ispanya hem de Meksika edisyonlarının kapakları bulunuyor. Umarım bir gün bu koleksiyona Türkiye kapağı da eklenir.

2011 yılında ''Mi Plan'' sonrası yeni albümünü -üstelik bu sefer de ingilizce bir albüm- yayınlayacak olan Nelly Furtado da aylar önce duyurduğu ''Fuerte'' videosunu sonunda yayınladı. İngilizce versiyonuyla yayınladığı için beni hayal kırıklılığına uğratması bir kenara üstelik bir de ona eşlik eden Concha Buika tam bir heykel gibi çıkmış. 


Ve Nelly Furtado'dan bir video daha. ''Night Is Young''. Greatest Hits albümünden en yeni single. ''The Best Of Nelly Furtado'' kasımda piyasada. Aynı zamanda ''Mi Plan Remixes'' albümünü de kaçırmayın derim. Ingilizce bir dans hiti bu sefer. Sanırım Tiesto etkisi olsa gerek.


Uzun zamandır ortalıklarda görünmeyen James Blunt da tıpkı Amy Winehouse gibi ay içerisinde yepyeni single'Inı gönderenlerdendi. Sıkıcı geçen 2010a nazaran 2011 yılında eğlenceli bir müzik piyasası bizi bekliyor gibi.

Bu videou da paylaşmazsam olmazdı. Muse ve ''The Resistance'' albümlerinden en yeni single. Bir izleyin, anlattığı şeyler önemli sosyal noktalara dikkat çekiyor.


Muse MK ultra - Official Video from Johan Polhem on Vimeo.

Son olarak Lily Allen'dan da bahsetmek isterim. ''It's Not Me It's You'' albümü sonrası müziğe ara vericeğini açıklasa da  MTV EMA'de de adaylığı bulunan Professor Green single'ı ''Just Be Good To Green''e eşlik etti.

Ay içerisinde MTV Europe Music Awards ve American Music Awards sonuçları da blogda sizleri bekliyor olacak.

Ve Kasım ayında yayınlanacak albümlerr...

Pet Shop Boys // Ultimate
Mariah Catey // Merry Christmas II You
N.E.R.D. // Nothing
Nelly Furtado // Best Of Nelly Furtado
James Blunt // Some Kind of Trouble
Kelly Rowland // Title: TBA (Not mentioned)
Natasha Bedingfield // Trip Me (?)
Norah Jones // .... featuring Norah Jones (a greatest hits of collobration )
Pink // Greatest Hits ... So Far
Pink Martini // Joy To The World
Rihanna // Loud
Kanye West // My Beautiful Dark Twisted Fantasy
Black Eyed Peas // The Beginning

Bunlar dışında Jamiroquai, Weezer, Elvis Catello, Neil Diamond, Good Charlotte, Susan Boyle, Cee-Loo, Kid Cudi, Kid Rock, Annie Lennox, Loreena McKennit, Nelly, Rascal Flats, Bruce Sprinsgsteen, Ne Yo, My Chemical Romance, Robyn, Nicki Minaj, Kesha (EP), Flo Rida, Akon da Kasımda müzik piyasasını canlandıracak isimlerden.

Müzikle kalın. lol

28 Ekim 2010 Perşembe

TÜYAP -KİTAP FUARI'NDAN NE ALSAK ? BU ARALAR NE OKUSAK ?

Bu sene 29. kez Istanbul'da ya da ''-so called Istanbul- demeliyim zira nerdeyse şehir dışında'' 30 Ekim- 7 Kasım arasında Kitap Fuarı gerçekleştirilecek.

Şişhane'de şu anki TRT Binasının yerinde yapılan fuar günlerinden beridir katıldığım bu edebiyat haftasına da yeniden katılacağım elbette.

Kitap alırken genelde Can Yayınları ve YKY'yi tecih etsem de, üstelik kendi mağazalarından aldığınızda  elde edebileceğiniz indirimle eşdeğer bir fiyatla fuarda da onları alabilecekken -sözün kısası milyon tane kitabı aynı çatı altında görmek dışında ekstra bir artıya sahip olmamasına rağmen- yine de onca yolu katedeceğim.

Yine de o kadar küçümsemeyip bu sene katılacak ünlü konuklardan bahsetmek isterim. Geçtiğimiz yaz okuduğum ve tarzım olmamasına rağmen hayran kaldığım ''Koloni'' romanın yazarı Jean Cristophe Grange ve meşhur ''Zagor'' serisinin çizeri Gallieno Ferri ve geçtiğimiz senelerde filmi de çekilen roman ''Limon Ağacı''nın yazarı Sandy Tolan da katılımcılar arasında. O halde Limon Ağacı'nı da artık okuma vakti gelmiştir. Pek sevdiğim ülke ve kültürü İspanya fuarın onur konuğu olurken ''İstanbul'u Yazmak'' ise bu senenin temalarından.

Sizlere de yardımcı olabilmesi açısından kütüphanemde yer edinmiş en beğendiğim kitapları belirtip aynı zaman da bu sene almayı planladığım eserleri yazmak istedim.

Bunu söylemekten utansam da henüz hiçbir Orhan Pamuk eseri okumadığımı belirtmeliyim. Dolayısyla tıpkı geçtiğimiz gün yayınlamış olduğum röportajda Undefinable'nin de belirttiği gibi İletişim Yayınları tarafından basılan ''Manzara'dan Parçalar'' adlı kitabı almayı planlıyorum.

2010 senesinin Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Perulu yazar Mario Vargas Llosa'nın da Can Yayınları tarafından yayımlanan kitaplarına göz atıp sepetime eklemeyi düşünüyorum.

Hem edebiyat okuyan biri hem de Gossip Boy olaraktan yazarların hayatlarını merak etmesem olmazdı. Duygu Akın'ın Türkçeleştirdiği ''Büyük Yazarların Gizli Hayatları'' adlı kitabı almasam olmaz.

Filmlerini izlerken hayran kaldığım Woody Allen'ın kaleminden çıkan kitapları da arşivime eklemesem bir yanım eksik aklmış olur. ''Eğrisi Doğrusu'' ve ''Tüysüz'' yine merak ettiklerimden.

Can Yayınları ve YKY'nin standlarına gittiğimde yine acaba hangi birini alsam diye saatlerce ikilemde kalacağımı da çok iyi biliyorum. Özellikle YKYnin kapaklarına hayran kaldığım için genellikle, sırf o kapaklar yüzünden bile Rodin gibi durduğumu çok iyi bilirim. Bir de Can Yayınları'nın öykü antolojileri. Özellikle Türk Edebiyatı'ndan Kısa Öyküler.

Geçmiş senelerde aldığım ve okumaktan keyif aldığım Türkçe romanlar ise şunlar. Kanımca Amin Maalouf'un tüm kitapları alınası, okunulası ve bağıra basılasıdır. Elif Şafağa karşı olan hayranlık derecesindeki sevgim azalsa da romanları süperdir.

Bahsi geçen yayınevlerinin reklamını yapma niyetinde falan değilim. Edebiyattaki en baba kitaplar onların elinden çıktığı için sürekli adları geçti yazı içinde.

26 Ekim 2010 Salı

MAROON 5 || HANDS ALL OVER

Los Angels'lı beşli  Maroon 5 aslında benim adıma sadece solist Adam Levine'den oluşmuş tek kişilik bir grup.  2005 yılında Best New Artist dalında bir de Grammy kucaklayan grup bundan tam 5 yıl sonra üçünü albümleri ''Hands All Over'' ile tekrar aramızdalar.


''It Won't Be Soon Before Long'' kadar seksi ve ilk albüm ''Songs About Jane''deki ''This Love'' şarkısının klibini hatırlatan bir kapakla yeni albümlerini yayınladılar. Britanya'da 6, Amerika'da ise en fazla 2 numara yüzü gören albümden hali hazırda yayınlanmış iki single var. ''Misery'' ve ''Give A Little More''.

Saç tarzı, üstüne çektiği kıyafetleriyle 80leri ''Misery'' videosunda geri getiren Levine aslında her zaman için grubu tek başına götürüyo havasında. Kendisi aynı zamanda albümde de her şarkının yapım aşamasında bizzat prodüksüyon koltuğuna oturan isim. İkinci video ''Give A Little More'' ise yine alışageldik pop / rock videosu ve Adam, yine Nicole gibi ön planda.

Albümde bu iki parça dışında kayda değer bir iş varsa o da kapanış şarkısı olarak seçilen ve Amerika'nın son yıllarda dünyaya armağanı olan ve kanımca 2009/'10 yıllarının bir numaralı grubu olan Lady Antabellum  (tık) ile yaptıkları çalışma. Pop/ Rock tarzında ilerleyen Maroon 5 ve Country üçlüsü Lady Antabellum çalışması, tıpkı Beyonce, Shakira gibi kendi alanlarında çok başarılı olan iki ismin bir araya geldiklerinde ortaya çıkan mıhteşem iş tanımına uygun bir single olmuş. Tüm kışı geçirebileceğiniz sıcaklıkta, yumuşaklıkta bir şarkı, tıpkı kaşmir bir kazağın sizi sarabileceği sıcaklıkta.
12-maroon 5-out of goodbyes (with lady antebellum) by jamesmayer
Deluxe Editon'da bir de Alica Keys coverı ''If I Ain't Got You'' bulunuyor. Evet bildiğimiz o muhteşem ikinci albüm ''The Diary of Alica Keys'' albümü için kaydedilmiş şarkı. Şarkı bence en az orjinali kadar mükemmel. En az o R&B Balladı kadar başarılı.
17-maroon 5-if i aint got you (live) by jamesmayer
Deluxe Editon'dan çıkıp yeniden has albüme dönücek olursak, göze çarpan ve dinlemeye kayda değer bir diğer parça ise albümün de üçünçü şarkısı ''Stutter''. Aynı zamanda albüme de adını veren ''Hand All Over'' yine oldukça cool ve Maroon 5 tarzını en iyi yansıtan şarkılardan. 5yıldızlık bir diğer şarkı ise ''Get Back In My Life'' o da daha albümün başında dinlediğimiz ''Give a Little More'' şarkısını fazlasyıla hatırlatıyor.

Bilmiyorum, bunlar dışında bana fazlasıyla vasat ve de sıkıcı geldi. 5/ 3 veririm.

24 Ekim 2010 Pazar

GOKSEL @ GHETTO

Biletix'in sitesinde gezinirken şanseseri karşılaştığım Eski 45likler by Göksel etkinliğine nedense katılmak için bir anda sempati duydum ve arkadaşıma gitmek için öneride bulundum.
Sonrası mı Cuma saat 22.25te Ghetto'daydık. Kapıda sıra falan beklemeden, vestiyere montları bıraktıktan sonra içeri girdik, mahşer gibi kalabalığın olduğu küçücük hall'de neyseki kendimize güzel yer bulup sahnenin hemen önüne doğru kurulduk. Gerçi gece bitimine doğru, itiş kakışlarla bir kaç adım gerilemedik değil. Kimi zaman tost arasındaki kaşar gibi insanların arasına sıkıştık ! Ve çirkef kız. Siyah tenli, yaptırdığın dişlerin ve oturma organına kadar uzattiğın saçlarınla ve paçoz arkadaş grubunla etrafındaki insanları rahatsız eden sen. Ve yanında sakılları çıkamayan, Angelin Jolie'den katbekat daha kalın dudaklara sahip olan çizgili gömlekli şişko patates. Aynı terbiyesizliklerle siz de karşılaşırsınız umarım. Bir de hemen ötemizde duran 4 tatlı genç kız ve gecenin sonunda bir tanesini ayartıp konseri ikisinden birinin yatak odasında sonlandırmayı başaran genç delikanlı sen hiç Göksel'i dinledin mi sahiden ? Bir de kızlar lafım size.

  1. Böyle yerlere giderken, büyük çanta almayın. 
  2. Saçlarınızı spreylerle yıkayıp nefes alma yetimi kaybetmeme neden olamayın. 
  3. Saçlarınızı salmayın toplayın.


Saat 22.30da sahneye çıkması beklenen Göksel'i zaten klasik ! (genel sanatçı kaprisi) olarak 23ten önce dinleyebilmeyi beklemiyordum. Ancak saat tam 12 de kendini gösterince, yuhalanmalara neden oldu. Pişkince bundan hoşlanmadığını ve moralini bozduğumuzu söylese de bunu hak ettiiğini belirtmeliyim. Gerçi yuhalamaları bizzat kendi değil, kendinden önce sahnede beliren orkestrası kaptı ama. Neyse.

Sahneden daha ilk şarkıdan itibaren o kadar güzel bir enerji yaydı ki zaten o anda o bir buçuk saatlik kök salma ve itilip kakılma olayını unutturdu. Temaya uygun olarak eski 45likleri seslendiren şarkıcı aralarda 10 numara hitlerini de söyledi ya. Bir ''Sabır''ı, ''Depresyondayım''ı ''Yarabbi Şükür''ü dinlemeden bir konser geçireceğimi düşünen bana güzel bir sürpriz oldu.

Gece sonunda inanılmaz  2 saat 15 dakika geçirttiği için ise kapıdan çıktığımda ayaklarımın üstünde duracak güç yoktu. Kulaklarımdaki duyma yeteneğimi ve ağzımın yüksek sesle konuşma işlevini yitirmesine rağmen dudaklarım kulaklarıma kadar genişlemişti.

Sonuç mu ? Hatun muhteşemmiş. Bunca yıldır bıkmadan usanmadan onu dinlediğim için de mutluyum. İsteğimi kırmadan benle gelen Lulu's Blog (tık) ve diğer saz arkadaşlarıma da teşekkür ediyorum.

23 Ekim 2010 Cumartesi

KAPAK KONUSU : THE GODDESS UNDEFINABLE

Yaklaşık 2 senedir tanıdığım bu muhteşem blogger The Goddess Undefinable'ı artık bloguma konuk etmenin vakti gelmişti. İlk önce onu ApolloBoy Mag'in Ekim sayısının kapağında gördünüz, ama ortaklığımız sadece bir kapak hazırlamakla kalmadı, aynı zamanda onunla bir de bu -biraz- uzun ama keyifli ve sıcacık röportajı gerçekleştirdim. İkimizi de bıraksanız konuşmaya daha devam ederdik. 2 saat geçip bittiğinde aklımdaki tek düşünce ise tıpkı mükemmel bir filmden çıktıktan sonra herkese söylediğiniz şu cümle gibiydi. ''Saatlerin nasıl geçtiğini anlayamadım, inanılmaz sürükleyiciydi''.


Röportaja başlamadan önce aklımda önceden hazırlanmış tek bir soru vardı ? O da adının anlamıydı ! He bir de ''LifeStyle'' temalı bir bloga uygun olması amaçlı sorulan 2 soru ! Yani işte çorap söküğü gibi kendiliğinden gelen bir röportajla baş başasınız beybiler !


James: Herşeyi ama herşeyi doğru söyleyiceğine yemin eder misin? Elini kutsal kitap ApolloBoy Mag'in üstüne koyarak!  

UndefinabLe©: Seve seve! Zaten yalandan hoşlanmam; kimseden bir şey de gizlemem. o halde ?! Yes I do! (=


James: Sana soracağım ilk soru, aslında seni tanıdığım günden beridir aklımı kurcalayan ama nedense bir türlü soramadığım şey hakkında ! Undefinable neden ? Bu kadar zor mu seni tanımlamak.

UndefinabLe©: Bundan önce bir sürü nick denedim. Çoğunu hatırlamıyorum doğrusu. Hatırladığım bir tane var: "Ankaran Cocubine" bu da Amerika'dan bir arkadaşım tarafından bana verilen isimdi. Hikayesi şöyle: Bir vampirli zımbırtı izliyor muymuş ne; bu zımbırtıda bir karakter var, adı "Ankaran Concubine", beni ona benzetmiş. Bir de Myspace'de yaşadığım yer, Ankara yazıyor diye bana şunu sordu: "Yoksa sen o musun?" Bu hoşuma gitti ve uzunca bir süre bunu nick belledim. Ardından bir buhran dönemimde bu nicki değiştirmeye karar verdim ve bana en uygun nick'i seçtim: "UndefinabLe" Hem tınısı hoşuma gidiyor hem anlamı. Evet, tanımlanabilmem zor. Beni tanıdıkça herkes bunu görecektir. Bana yakışan, beni anlatan bir nick olsun istedim ve oldurdum! (=

James: wuhuu, bırak böyle kalsın. Tanımlanamamak, herkes tarafından çözülememek bence çok daha iyi, ama isminin yanına bir de goddess gelince, insan irkiliyor, ''acaba karşımdaki ego patlaması yaşayarak kendini goddess mı zannediyor'' diye ?


UndefinabLe©: Hepimiz kendi içimizde tanrı ve tanrıçalarız aslında. Bunu bir ego patlaması olarak düşünmemek gerek bence; zira insanın kendini sevmesi, yüce görmesi bir insanın ihtiyacı olan yegane şeylerden biridir. Kendimi her şeyin üzerinde görmek değil de; kendi yarattığım dünyanın tanrıçasıyım diyeyim. Herkesin kendi yarattığı dünyaların tanrı ve tanrıçaları olduğunu da hatırlatarak tabi. Bir de bildiğin gibi, blogumun adı "My Mind is My God" biraz da bununla uyumlu olsun istedim doğrusu. Zira sadece "undefinable" okarak alan adı alamıyordum. Ha bi dakka şunu da ekleyim: Benim eski blogun adı "therealundefinable" idi; onu uçurunca gerçekten başka çarem kalmadı ve bu alan adını aldım. Güzel oldu, güzel... ((=

James: Evet zaten o isme de gelecektim. O halde konusu açılmışken söyleyeyim hemen, yaklaşık 2 senedir blog okur ve yazarım ve ''my mind is my god'' mottosu dışında daha iyisine rastlamadım. Peki anladığım şu mu o halde, beynim benim yöneticim, başka güçlerin beni kontrol etmesine izin veremem ?


UndefinabLe©: "An Essay on Man" isimli bir şiir inceliyorduk edebiyat dersinde. O dönem de blogum için sağlam bir başlık bulma derdindeydim. o cümleyi görünce adeta gözlerim parladı: "my mind is my own church"  Yalan olmasın, cümle tam olarak böyle miydi bilmiyorum. Eserin yazarını bile hatırlamıyorum. Gittim, kitaplarımı karıştırdım; ama o kitabı da bulamadım. Bu harika eseri yazan adamın "Thomas Paine" olmasından şüpheleniyorum. Merak eden araştırsın diyorum. Herkesi öpüyorum (=

James: Alexander Pope olduğunu düşünmekteyim, zira biz de metin inceleme dersinde incelemeiştik.


UndefinabLe©: Pek tabi o da olabilir Bir bakayım ben

James: Peki az önce ''kendi yarattığım dünyanın tanrıçasıyım'' dedin, kendi dünyan nasıl ? bahsetmek ister misin ? (sanki 5 yaşındaki çocuk var karşımda ve ben psikologunum gibi hissettim ama olsun :P )


UndefinabLe©: Kendi dünyamda mavi tavşanlar var, gökyüzü renk değiştiriyor, hep şarkılar çalıyor ve her yer yazılarla dolu. Marjinal insanlar biriktiriyorum dünyamda; standartların dışına çıkmaya korkmayan insanlar... Bir de üreten insanlara bayılıyorum ve elbette onları da biriktiriyorum. (= Geçen sene atlattığım depresyondan önce her şeyi yoluna koymuştum; şimdi enkazı kaldırdım ve yeniden inşaata başladım. Dünyamın %82'sini toparladım. Şöyle anlatayım: okumaya ve müzik dinlemeye doyamıyorum. Kafamda milyar proje var, onlarla uğraşmaya bayılıyorum. Bir şeyler üretme çabasındayım hep, seviyorum bunu. Üretemediğim zaman yaşadığım sıkıntıyı anlatmaya kelime bulamıyorum, sen düşün yani. Bu arada ağlamaya bayılıyorum. Dünyamda "ağlamak" eyleminin çok mühim bir yeri vardır. Hem ruhsal hem bedensel olarak sağlıklı bir şey. Bunların yanı sıra okuyorum, son sınıftayım. Cumartesi günleri bölümümle ilgili bir işte çalışıyorum, özel ders veriyorum ve güzel yurdumun güzel sınavlarına hazırlanıyorum. En yakın arkadaşım "Yasin" ile takılıyorum; okuldan insanlarla fazla muhattap olmaktan hoşlanmıyorum. Tüm bunların yanına tanrıçalığa gelirsek; emreden bir tanrıça değilim ben. olması gerektiği gibi bir tanrıçayım: Sevgi dolu. Çünkü gerçekten sevginin açamayacağı kapı yok bence. "Sevmeyi seviyorum" diyerek özet geçeyim (=

James: Bu sefer de üretmek lafına takıldım. Neler üretiyorsun ? Senin gibi çılgın şeyler mi ? Yoksa belki de bilinç altında bambaşka şeyler yatıyordur da onların dışa vurumu ? Ha ?


UndefinabLe©: Yazı yazıyorum, fotoğraf çekiyorum, takı ve kıyafet tasarımlarım var, dans kareografisi oluşturma derdindeyim şu sıralar da (= Bir tek müziğe bulaşmış değilim; ama aslında bir arkadaşımın bestesine güfte yazarak, bir köşesinden ona da bulaştım. Bahsettiklerimin hepsinde amatör amatör takılıyorum; birinin üzerine gidip geliştirsem iyi olacak. o da muhtemelen yazarlık olacak. Zira güzel oyunlar yazan tiyatro eseri yazarlarına ihtiyacı olan bir toplumuz.

James: Yani demek istediğin şu ki: ''Yazar olursam güzel tiyatro oyunları çıkar benden''?  Peki sen Ankaralısın, belki beni Ankaradan da takip edenler vardır, hani, ''muhakkak şu oyuna gitmeleri gerekir'' dediğin var mı ?

UndefinabLe©: Durukan Ordu'nun tüm oyunları izlenmeli bir kere. "Rab Şeytan'a Dedi Ki" önümüzdeki aylarda yeniden gösterime girecek sanıyorum ve Yasin ile 3. defa izleyeceğiz onu. Onun dışında Durukan'ın yeni oyunu "Büyük Sultan Oviedolu Katalina" var,  "Geç Kalanlar" var, "Bir Delinin Hatıra Defteri" var "Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun" isimli oyunu da en kısa zamanda izleyip fikrimi beyan ederim (=

James: Ankara hakkında bi soru daha sorma hakkımı kullanıyorum ? Aslında hep merak etmişimdir bunu da ? Yani Ankara ? Seviyo musun orayı ? Istanbul'a kıyaslayacak olursan ? Bir de mesela şu var Izmirliler yere göğe sığdıramıyorlar şu şehri. Üstelik bence Istanbul'un yanında hiçbirşey ama elden ne gelir ?


UndefinabLe©:Ankara... Ankara'yı "arkadaşlarımla" seviyorum; çünkü bir yeri yaşanılır kılan şey kesinlikle yanındaki insanlardır. Gezdiğim hiçbir yeri İstanbul ile kıyaslayamam; ama İstanbul'da sevmediğim bir şey var, çok kalabalık olması. Bir Ankara bir de İstanbul sütunu hazırlayıp bazı şeyleri karşılaştırmıyor değilim bazen; ama yanımda sevdiğim insanlar olmadıkça bana İstanbul da aynı gelir, Ağrı da (=

James: Sevdiğin insanlarla aynı şehirde olmak elbette, dağ başında da yanında olursan birbirinize yettikten sonra sorun yok cidden de =) Hiç bilmediğimiz yanların var mı ?? hani aslında benim şu özelliğim vardır da çok az insan bunu bilir dediğin ?


UndefinabLe©: Blogumda yazmadan önce modaya olan ilgimi fazla kişi bilmezdi. Ama fazla şeffaf olduğumu düşünüyorum, her şeyimi herkes bilir. Bu nedenle güçsüz yerlerimden sağlam darbeler yiyebiliyorum; bu kötü. (=

James: Aslında sen kendi zayıf noktalarını bildikten sonra zor soruların nerden geleceğini bilip karşındakileri alt edebilisin, unutma sen bir goddessın !


UndefinabLe©: ah, bebeğim... böyle poh pohlanmaya bayılıyorum! (=

James : Eh moda dedinse biraz da moda gelsin ? Sana da sorayım mı moda nedir diye ? bir de Türk Modası dediğimde aklına ne gelir ?


UndefinabLe©: Moda da benim gibi tanımlanamayan bir şey bence. Herkesin kendince bir tanımı elbet vardır; ama ben modayı tanımlayarak belli kalıplara sokmak istemiyorum. Türk Modasını genel olarak ele aldığımda aklıma gelen tek kelime "basmakalıp" ama IFW sayesinde ülkemizde harika modacılar olduğunu gördüm ki; bu da beni mest etti. Simay Bülbül ve Deniz Berdan'a ayrı ayrı tapabilirim ayrıca (=


James: Eevet, kesinlikle sıradışı, peki son kısa kısa sorular gelsin mi ? gelsin ! :)
Eğer bir dergi editörü olsan. ilk sayına kimi kapak yaparsın ?


UndefinabLe©: Aklıma ilk gelen isim Juliette Lewis. Çünkü kadın çok yönlü bir hem de çirkin; ama karizmatik. Böyle kadınlara bayılırım ben!

James: bir grup menajeri olacak olursan ?


UndefinabLe©: Coheed and Cambria. Şu an çok tanınmış bir grup değiller; ama onları fena patlatırdım herhalde. Çünkü gerçekten şahaneler. (=


en son dinlediğin albüm ? : Slash - Slash 
en son okuduğun kitap ? : Orhan Pamuk - Manzaradan Parçalar
en son izlediğin film ? : Chasing Amy

James: Bir de şu soruyu sorup röportajı kapatıyorum. Kapakta seni renkl renkli ojelerle çekti fotoğrafçı arkadaşımız. lol. renkli ojeler konusunda ne diyosun ? ve kapakta olma duygusu ?


UndefinabLe©: Renkli olmak çeşitli olmak iyidir. Benim gibi on parmağında on farklı oje ile iş görüşmesine giden insanlar olduğunu pek sanmıyorum; ama insanlar bunu yapabilmeli. Bunu normal karşılamamız gerek, yeniliklere, çeşitliliğe açık olmamız... Bu konu üzerinden sosyal problemlere mükemmel bir şekilde dalabilirim; ama yeterince sıktım okuyucuyu zaten, yeter bu kadar (= Kapakta olma duygusuna gelecek olursam: İkinci kapakta ben varım; bunun ne kadar gurur verici, ego okşayıcı bir şey olduğunu bilmem tahmin edebilir misin? (= Bana bu teklifle geldiğinde hem çok heyecanlandım, hem de çok sevindim. Bu sevildiğimin de göstergesi ve sevgiye ne kadar önem verdiğimi artık herkes biliyor. Tüm bu güzellikleri bana yaşattığın için sana milyar teşekkür sunarım. Bir zevkti...

James: Aha bak bu kalpçikte senin yerin çok ayrı tatlım, kapak röportaj teklifimi geri çevirmediğin gibi, her şeyi istediğim gibi yaptığın, her isteiğimi de yerine getirdiğin ve bir çok insan gibi beni sallamadığın için ben teşekkür ederim. bence okuyucu bu röportajla da sıkılmaz çünkü sıcacık, bence benim takipçilerim kimin samimi ve sıcak olduğunu kavrayabilir. ve koca 2 saat nasıl geçti bilemicem ama
konuşucak o kadar fazla şey var ki aslında gün boyu röportaj yapabilirm lol
neyseki senle her dakka konuşabilme şansım var.teşekkürler bebek  xoxo


UndefinabLe©: Canımsın benim! Hiii, gözlerim doldu inan! Rica ederim; seninle muhabbet de aynı şekilde süper eğlenceli! Daha saatlerce konuşabiliriz, evet.

21 Ekim 2010 Perşembe

ISTANBUL MODERN LOVES FASHION LOVES MOVIES

IstanbulModern'de Hüseyin Çağlayan ile başlayan moda furyası Dice Kayek ile devam etmişti. Şimdi ise sergi bitmeden yeniden Hussein Chalayan Exposition dahilinde modacının seçtiği filmlerin gösterildiği bir program hazırlanmış.

Geçtiğimiz perşembe tüm yorgunluğumu göz ardı edip ders sonrası Modern'e gidip ''Qui etes-vous Polly Maggoo?'' (Whoa Are You Polly Maggoo ?) isimli filmi izledim. 1966 yapımı olan bu siyah beyaz film William Klein'in elinden çıkmış. Zamanında Vogue, Bazaar, Elle gibi dergilerin kapağını süsleyen Dorothy McGowan filmde Paris'de yaşayan Brooklyn'li bir modeli canlandırıyor. Filmde hem modanın ne olduğu sorgulanırken, büyük ihtimalle Fransız Vogue editörü olan Miss Maxwell'le -ki kendisi Anna Wintour'a kök söktürür- tanışıp ihişamlı moda çekimlerine tanık olup bir de zaman bakımından oldukça futuristic çizgilere sahip olan defileye tanık oluyorsunuz.

Film belgesel gibi ilerlerken aynı zamanda zaten bizlere bir belgesel programının arka planından da sunuluyor. Yani demek istediğim filmde Polly Maggoo'nun hayatı bir belgesel programı içinde inceleniyor. Arkada bir yerlerde bir de tutkulu bir aşk mevcut. Bu da göz ardı edilmemeli.İki adam bir kadın!

Modanın ne olup olmadığı tartışılırken, karakter gözünden modanın aşağıya çekildiği ve Polly'nin buna itirazını da görüyoruz. Bir yanda moda endüstrisi satirize edilirken aslında bunun ne kadar boş bir şey olduğunu ve modellerin cansız varlıklardan ya da mal pazarlayıcılarından ve tasarımcıların kuklaları olmalarından başka bir işe yaramadıkları da dile getirilen düşüncelerden.

Aşağıdaki karelerde ise katedralin tepesinde gerçekleştirilen editöryal çekimini, makyaj odasında Polly ve iç seslerini gördüğümüz bir başka çekim, futuristic çizgilere sahip olan definenin parçaları. Haute Couture defilesinde ipek kumaşlar yerine aliminyum'un kullanıldığı kreasyon ve onun tasarımcısı ile Miss Maxell'i görebilirsiniz.



Pazar günümü ise tatil dolayısıyla 2 filme ayırdım. İlki ''How Do I Look?'' adı altında queer / LGBT belgeseleydi. Mide bulandırıcı kadar tiksinç bir filmdi. 80dakkalık belgeselin yarısında salonu terk ederek, hayatımda bir ilki gerçekleştirdim ! ''Ball Culture'' temasına dikkat çekerken aynı zamanda HIV / AIDS konularına da parmak basıyor. Madonna'nın Vogue kültüründen etkilenerek, farklı tarzlarda kıyafetlerle, dans ve duruş şekilleriyle kendileri gibi olanlara gerçekleştridikleri patylerde birinci olma yarışları.

TransGender temasının ağır bastığı belgeselde ''3. Cins'' olarak adlandırılan insanların hayatlarının ne kadar zorlu ve boktan olduğu gözler önüne seriliyor. Belgesel ise Wolfgang Busch imzalı.

Madem ki filmi yarıda kesip dışarıya çıktım, o halde milyonuncu kez Hüseyin Çağlayan sergisini gezmesem olmazdı. Özellikle o göz doldurucu 2007 S/ S koleksiyonun videosunu bir kez daha oradan izlemeden ayrılsam içim cız ederdi. Üstelik bu kez yanımda bir de arkadaş vardı. Mister Trendsetter.

Saat 5 olduğunda ise işte ikinci film. ''Ein Traum in Erdbeerfolie'' // '' Yoldaş Modası''. Geçtiğimiz Istanbul Film Festivali'nin de gösterim programında olan belgesel kaçıranlar için ''şamda kayısı''. Berlin Duvarı yıkılmadan hemen önce. Doğu Berlin'deyiz. Herkesten farklı avand-garde takılan bir gençlik gurubu. Dazlağı da hippieside hepsi burada. Couture kıyafetlerin kumaşları ise birbirinden farklı. Eğer Lady GaGa etten elbise giydi diye onu bir ikon yapıyorsanız yanılıyorsunuz. Seksenlerde beraber olan bu gençler çift sıfırlı yıllarda geçmişe ve o duygulara özlem duyarlarsa ne olur ? O ruhu yaşatmak için bazı şeyleri canlandırma çabasına girerler. Gerisini ise filmi izleyerek bulun derim.

Hazırlanan elbiselerin materyallerinin orjinalliğini bir kenara bırakın bence onların halka tanıtımı bile oldukça sıradışı. Sanki podyumda mankenler yürümüyor, tiyatro oynuyorlar.

Üstelik filmde Robert Frost ve ''The Road Not Taken'' şiirine de gönderme vardı. I chose the less travelled one ...

Bir modacı, bir fotoğrafçı, stilist ve kuaför. Hepsi de 80lerin ''new wave'' ve bohem ruhunu yeniden canlandırmak için bir arada. Aşağıda ise sıradışı insanlar, yoldaşların moda kültürünü görebilirsiniz.

Ve yeniden perşembe bir haftalık Modern güncemin sonundayım. Bir kez daha derslerden yorgun bir şekilde çıkıp kendimi bu sanat mabedinde buluyorum. Bu sefer 1957 yapımı ''Funny Face'' // ''Şahane Macera''.


Hem orjinal ismi gibi funny face, hem de Türkçe ismindeki gibi şahane bir macera söz konusu. Sanki modellik yapılsın diye yaratılmış muhteşem oyuncu Audrey Hepburn ve yanında zamanın jönlerinden Fred Asteire.

Vogue ve Harper's Bazaar yanında bir üçüncü mega dergi daha. Quality, tıpkı Runway gibi. Miranda'nın hikyesi aslında nerelerden çıkmış. Kitapçıda çekim yapmaya kalkışan ekip Jo ile karşılaşır. Külkedisi misali bir anda Quality Dergisinin yeni sayısının yüzü olur. Fransız modacı onun için bir kreasyon hazırlar. İşte böyle. New York'tan Paris'e aşk dolu. Givency dolu bir gezinti. Geride ise muhteşem Paris manzaraları, müzikler, fotoğraf çekimleri ve tapılası coture kıyafetleri. Film sinematografi ve köstüm dahil toplamda 4 dalda Oscarlara aday olmuş.

Filmlerin ortak yanı ise şu. Yıllar önce 70ler ya da 80ler moda da fütüristic / ya da sıradışı her ne olduysa hala olmaya devam ediyor. O zaman da modellerin ''kadın ruhunu'' öldürdüğü düşünülüyordu, hala öyle. Moda aslında her anlamda her kulvarda kendini tekrar etmekten başka bir işe yaramıyo ? Hımm ? Debate konusu olur ! Elbette modanın saçma bir şey olduğu da yine tartışılmakta. Özellikle de Funny Face filminde.

20 Ekim 2010 Çarşamba

RÖYKSOPP TURNS INTO SENIOR

Röyksopp ve Senior, haftalardır dinlenilemyi beklenen albümlerin başında geliyordu. Ancak orda burda, yok tam bir kış albümü, yok depresif, karanlık falan yazılınca biraz beklemekte zarar yok dedim.

Geçtiğimiz cumartesi ise depresyona girince, ''daha kötü ne olabilir ki, vakit şimdidir'' deyip bastım play tuşuna. Albüm insanı uzaklara daldıracak dinginlekteli ''And The Forest Began To Sing'' ile başlıyor hemen ardından ise bir dans şarkısı olan ''Tricky Two'' ile devam ediyor, ama dans dedimse yanlış anlamayın, böyle gecenin ilerleyen saatlerinde çalınan dans parçaları var ya öyle, yine hızlı, ama biraz üzgün. Synth-pop var

Aslında albümde genel olarak bu tema var. Söz yok, enstürmantal, şarkılar uzun ve de düşündürücü. Daha önceleri satın aldığım ''Relaxation // Meditation'' albümünü hatırlattı bana. Kimi zaman şarkıların içinde doğadan sesler var. huzur, ama aklınızı kurcalayan sürekli bir şeyler var. Biraz da gotik. Ara sıra ritm artsa da karanlık taraf devam ediyor. Biraz psikolojik bişeyler. ''The Fear'' denen şarkı var ki ciddi anlamda psikolojik gerilim türünde üstelik ''Godafather'' sample'lı.

Gayet de güzel. Tam nordic insanı. Kış uykusuna yat, koy albümü de playliste. Üstelilk repeat tuşuna da bas. Tüm sene geçer bunla. Hani bu müzikse bizim şimdiye kadar dinlediğimiz neydi dedirttiren cinste bir albüm. Yaz sıcağında ve ilkbahar neşesinde zerre kadar çekilemeyecek bir albüm olduğunu da belirtmeliyim ama, zamana uygunluğu nedeniyle 10 / 10 verilir, ama dediğim gibi bu albümü mayısta dinlesem 10 / 6 derim.

19 Ekim 2010 Salı

ARCADE FIRE STANDS THERE .... AT THE SUBURBS

Eğer her albümün kendi hikayesi kendi fotoğrafı varsa Arcade Fire 'ın en son albümleri ''The Suburbs''  de bana Beyoğlu'nun puslu arka sokaklarını anımsatıyor.

Arnavut kaldırımlı sokaklar daha erken saatlerde yağan yağmurdan ıslanırken siz gece kulübünden çıkarsınız ya hani. Skinny jeanini giyen kız arkadaşınız elinde kalan birayla ve sigarayla barın kapısı önünde içerden gelen ''The Suburbs'' sesleriyle salınırken siz Burberry'nin deri ve zımbalı ceketiyle bir hız içeriden dışarıya çıkarsınız, arkadan bir öpücük kondurup belinden sarılarak evinize götürürsünüz.

Ve hikaye burada biter albüm başlar ! Ingılız Indie Rock grubu'nun bu üçüncü albümü aslında Ağustos ayında yayımlanmıştı. Albüm sadece Ingiliz listelerini fethetmekle kalmadı aynı zamanda Amerikan Billbaord Listesinin de zivesinden hayranlarına göz kırptı. Hiç kuşkusuz bunda çıkış single'ı ''The Suburbs''un payı oldukça büyüktü.

Kaliteli bir albüm nasıl olur, iyi müzik nedir, ipod'um kendini daha nasıl cool hisseder diyorsanız dinleyiniz. En az ilk albümleri ''Funeral'' kadar başarılı ve Brit müziğini yine yücelten cinsten.

16 Ekim 2010 Cumartesi

''THE SUN COMES OUT '' FALL TIME

Dünya çapında 50 Milyonluk bir albüm satışı, ''Hips Don't Lie'' single'ı 10, ''Whenever Wherever'' 8, ''La Tortura'' ve ''Underneath Your Clothes'' ise 5 milyon satmış. 260 Adaylıktan geriye kalan en önemliler ise 1 Grammy, 1 Echo, 5 Billboard, 2 American Music Awards, 4 NRJ, 4 World Music Awards, 1 Ivor Novello, 4 ASCAP, 7 Latin Grammy.

Çok mu abartılı bir giriş oldu. Ama işte bu Shakira'nın diskografisinin en parlak yanları. Kimi zaman Sadece Ispanyolca kimi zaman sadece Ingilizce bazen de bu sefer olduğu gibi Spanglish bir albümle çıktı karşımıza. Shakira son baharı sever ! ''Oral Fixation Vol 2'', ''Shewolf'' ve şimdi de ''Sale El Sol''. Ekim ya da Kasım. Aslında dünya müzik piyasası biraz da onu bunu yapmaya itebilir ! Her neyse sonuç yine dopdolu bir albümle karşımızda.

Sonbaharın dingin havası eşliğinde albüm kendisine verilen aynı isimli şarkıyla başlıyor: ''Sale El Sol'', yani The Sun Comes Out. Güneyli bir kız olarak son baharda güneşin tepe noktasına çıktığını kutlayabilir, ancak biz kuzeyliler için ise sonbaharda yağmurdan arta kalan vakitlerde güneşi gördüğümüz anları kutlayabiliriz bu şarkıyla, tıpkı Sophie Ellis'in şarkısı gibi ''Today The Sun On Us''.

Hemen ardından bizler için yazı getiriyor. Zira dansa çağırıyor, hem de plajlara. ''Loca'' yani Crazy. Ispanyolca versiyonunda El Cata'yı, Ingilizce versiyonunda ise Britanyalı rapçi Dizzee Rascal ile. Shakira son zamanlarda Brit dünyasında da sevilmeye başlandı. Amerikalı bir ortaklık yerine Ingiliz bir ismi seçmiş olması yerinde.

Ilk single cover'ı. Bana Babylon dergisinin Yaz Sayısını hatırlattı.

Ispanyolca söylemeye devam ediyor. ''Antes de la Seis'' yani 6dan önce. Hem de bir ballad. Shakira'nın Ispanyolca şarkıları hep daha değişik olmuştur, biraz daha rock biraz daha alternatif bu ezgileri slow parçalarda bile hissedebiliyorsunuz. Arkadan ''Gordita'' yani ''plumb''. Shakira bizi ne komple sakinleştiriyo ne sürekli yoruyor. Bir slow bir dans. Loca kadar tempolu olmasa da dans zamanı üstelik yanımızda da Calle 13. Latin ezgilerinin en fazla hissedildiği şarkı ise hemen yanıbaşınızda ''Addicted To You''. Spanglish. Sanki atalarının ona bahşettiği tüm Latin ezgilerini burada kullanmış gibi. Adını sayamayacağım egzotik müzik enstürmanları ile bezenmiş, davulların ritmleriyle sizi oynatan. Evet kız cidden bizler için yazı geri getirmiş.

''Lo Que Mas'', bir sonraki parça. Yine slow ve Shakira yine sanki Latin bir popçu değil de hafif asi bir rock chic havasında. ''Mariposas'' yani kelebekler. Şu anda Güney Yarımkürede yaşamadığım için kendimi çok şanssız hissediyorum. Bahar çiçekleri açıyor, kelebekler uçuyor, aşıksınız ve ona bağımlısınız. Şarkı Shakira'nın bir diğer bilindik yüzü. ''Fijacion Oral 1'' albümündeki gibi, ya da şöyle diyeyim ''Don't Bother''ın Ispanyolca versiyonu gibi. (Ağzınızda bıraktığı tat açısından). Albümde daha sonra karşımıza çıkacak ''Devocion'' da tıpkı bunun gibi. Elinde gitarı, seksi elbisesi ve diz boyu çizmeleriyle garajda başını sallarken. Bu tanımlamaya uyan bir şarkı da ''Tu Boca'' veya your kiss, gerçi bence albümün en vasat şarkısı.

Meksika kıyılarında, elinizde Hochata. Bikinili kızlar, surfçü erkekler. Ağaçtan düşen hindistan cevizleri. Şezlongunuzun biraz arkasında ise rastalı, koyu tenli şarkıcılar. Üstlerinde sarılar, yeşiller. Tekrar El Cata eşliğinde ''Rabiosa'', bir diğer deyişle sinirli, asi.
10. Islands by jamesmayer
Duyduğum günden beri beni heyecanlandıran proje işte: Shakira Ingılız Indie trio The XX'in ''XX'' albümünde yer alan ve benim de çok sevdiğim ''Islands'' şarkısını coverlamış. O kesin ve dolgulu elektronik melodiye biraz latin ruhu biraz da rock ezgileri eklemiş. Ingiliz aşkı, Glastonburry Festivali derken pek yakında pure Indie albümü de hazırlayabilir Shakira.

Yazın el çılgın şarkısı. Tüm yaz dinlediğim ve beni en fazla heyecanlandıran, dans ettiren ağzıma sakız olan parçası. ''Waka Waka (Esto es Africa)''. Bu parçanın Ingilizcesi daha güzeldi, Afrika'nın tamtam havası vardı, bu sefer ise daha bir rock, alternatif, daha az dans ettiren cinsten ama yine bomba. En sonda ise albümün kapanış şarkısı ''Loca ft. Dizzee Rascal''. Yani Ingilizce verisyonu. Dance or Die mottolu. İşte yeni bir Madonna. Dans etmek için kıçımızı tekmeleyen bir diğer şarkıcı. Pure latin.

Shakira albümde kendini özetlemiş gibi, kimi zaman aşk, çiçekler böcekler ve romantizm, bazen de çılgın ve asi. Hem şarkı sözlerinde hem müziklerde. Bildiğin Shakira matematiği ise sizi yine büyülüyo. Ingilizce şarkılarda Latin rüzgarları estiriyo, sıra Ispanyolca'ya geldiğinde ise içindeki asi ruhu dışarı yansıtıyor. Yaşadıkları da o değil mi. Ilk abümü -ispanyolca albümünü- hazırlarken ve o sıralarda ve sadece Ispanyolca konuşmayı bilirken, yani küçüklüğünde çektiği sıkıntılar Ispanyolca ile asi bir yolla dışa vuruluyor. Millenyumda ingilizce öğrendiğinde, Ingilizce albümler yapıldığında ise o artık bir dünya starı ve latin ezgileri gibi sadece eğlence ve dans.

10 üzerinden 10. 

15 Ekim 2010 Cuma

THE EVENT - THE NEW IT - TV SERIE

Biliyorum sezon dizilerini tanıtımını Eylülde yapmıştım. Ama ben de yeni karşılaştım bununla. Ballandırıla ballandırıla o kadar fazla gözüme sokuldu ki, it-items konularından geri kalmayan ben de bunu izlemesem eksik kalırdı. Ortalıkta ''Lost'' ve ''Flashforward'' karması bişeyler olduğu yazılıp çizildi. Flashforward'ı seyretmedim ama bir Lostsever sever olarak buna da bayıldım diyebilirim.

Tıpkı onun gibi sürekli flashbacklere baş vuruluyor. (Aman Aşk-ı Memnu bile bu taktiği uyguladı diyosanız o kadar basit değil işte). Olay böylece hem daha karmaşık hem de daha gizemli bir hal alıyor. Siyahi bir Amerikan başkanı, Alaska'da gizlenen/ harekete geçmeye hazırlanan ? tutuklular, romantik bir gemi seyahatine çıkan ancak kız arkadaşı bir anda ortadan kaybolan genç bir adam. Peki kız arkadaşını aramak üzereyken Amerikan Başkanı'nı bir anda tehlikeye atmak ? Daha ne kadar aksiyon/ gizem dolu olabilir ki ?

Kader yine peşimizde !

''Gossip Girl'', ''Glee'', ''Hot In Cleveland'', ''Desperate Housewives'' gibi romantik dizilerin ve de ''Spartacus'' gibi aknlı ve vahşi ve ''The Tudors'' gibi tarihi yapımların arasına böyle gizemli, enerjik, aksiyon dolu ve de Lost açığını kapatbilecek bir dizi gerekiyordu, değil mi a dostlar !

Henüz ilk iki bölümünü seyredebilmiş olsam da, cidden ben bu dizide tutuklu kaldım !  Ayrıca ilk bölümünde Vampire Weekend'den ''Horchata'' çalmaları da gözümden kaçmadı.

13 Ekim 2010 Çarşamba

THE TREE

Charlotte Gainsbourg'a ne kadar hayran olduğumu her defasına dile getiriyorum. Sırf onun bu filmde oynadığını bildiğimden saat 10.10da biten dersimden kaçarcasına çıktım ve kendimi Atlas'a attım. Papaz bir kez daha pilav yedi ve bilet kaptım. Cannes kapanış filmini Gainsbourg için seyretmiş olabilirim, ama eğer o olmasaydı filmi görmezden gelebilirdim ki bu da bence hoş olmazdı.

Trajik bir şekilde babasını / kocasını kaybeden bir eş ve çocuklar. Adamın ruhunun ağaçta saklandığını düşünürler. Doğa insanı yönetmeye başlar. Doğanın insanı yönetmesini bir kenara bırakın Charlotte Gainsbourg'un kızını oynayan Simone // Morgana Davies ise sadece annesine karşı değil doğaya da hesap soruyo ve sorguluyor. Bu bağlamda da inceden inceye ufak ve eğlenceli komedi de var. Ve en az Charlotte kadar göz doldurucu. ''The Fall''daki küçük çocuk kadar mükemmel, tatlı ve iyi bir oyuncu. Yönetmen Julie Bertucelli'yi ise daha sonraki günlerde takip etmek adına radarıma aldım diyebilirim.

Filmin müzikleri ise Gregorie Hetzel'e ait. Hemmen internette araştırılıp albüm şarkıları dinlenmelidir.

Sıkan değil, hüzünlendiren, ağlatan bir dram. Saf bir film, karmaşa yok. Kısa bir kesimi deniz kenarında çekilen filmin diğer mekanı ise şehir dışında kalan insanı duygulandırabilecek bir manzaraya sahip olan köy.

Etkilendim. 10 üzerinden 10 bile veririm ben buna.

JUST A BOOM MEANS KABOOM

Yeniden FilmEkimi.
Aşağıdaki satırlar filmboyunca aklımda oluşan speach bubblelar.
Yolu mu şaşırıp yanlış filme mi geldim ben ? This is somethin like soft porn !
Ohh shit, çocuğun gözlerine bak, okyanus kadar mavi ! Yakışıklıymış.
Tanrım bu kız hayatımda gördüğüm en seksi, ateşli ve güzel kızlardan biri !
Yanılıyo olamam yolum şaştı sanırım ama yanlış filme mi geldim ben !
Stella ve Smith. Tıpkı Charlie ve George gibi değiller mi !
Tek farkı Smith sadece eşcinsel değil hercinsel (film ekimi tanımı). Ama Stella Julianne Moore gibi.
Okyanus kenarında California'da. ''Foaming'' hesabı. Free sex. Every kinda sex.
Biri lezbiyen, diğeri gay.
Bir de London. Ne şeker isim bu.

Ben bu filmi salondan çıktıktan sonra nasıl tanımlayabilirim ki.
Ohh shit ! ve WTF! doğru birer ünlem olabilir mi ?
Bir de woodoo büyücüsü var, yer yer korku ve gerilim.
Ama komedi ve seks de eksik kalmıyor !
Dur ya bu olay iyiden iyiye heyecanlı olmaya başladı.
Yok artık iyiden iyiye çocuk filmine dönmeye başladı.
Hı hımm ben de Madonna'nın oğluyum.
Demek bilim kurgu / fantasik böyle oluyormuş.
_
Üniversite lise ve hayat arasındaki 4 yıllık tatildir. İstediğin boku yiyebilip, herkesle düzüşebilrisin tarzı bir şeyler söylüyo Stella. Çılgın, seksi ve olabildiğince post-modern bir şey. Otlar, partiler bir de Messiah. Hippie, indie, so 70s.

Film bittiğinde yanımdaki 50lik amca bana şöyle der ! Neyse artık en kötü film bizde değil demekki.

Sonu belki de hayatımda gördüğüm en kötü son cidden.

IMDb 7.2 vermiş. Sıkı sıkıya bu puanlamaları kontrol etmem ama. Ya filmi ben anlamadım. Please help me ? Bir de çelişki var, şu anda filmi bir kez daha seyret desen yine de seyrederim.

Yine de yorumum şudur sanırım. Bir queer movie olarak başlayan daha sonra saçmalamaya başlayan bir film ! Of bilemedim.

Müzikleri de şahane.

Greg Araki yapmış yapacağını bize de Thomas Dekker, Haley Bennett ve Juno Temple'yi izlemek düşüyor.

12 Ekim 2010 Salı

6 COMMITMENTS ACCORDING TO SEAL

Kısa bir süre önce ülkemize konser vermek için gelen Seal şu günlerde ise yepyeni albümüyle gündemde. Onu isterseniz dünyalar güzeli Heidi Klum'un çirkin kocası olarak isterseniz kadınlar bu adamın neresini beğeniyor diyerek tanımlayın, adam tek başına bir baş yapıt.

Kırçıllı gibi çıkan sesi kazakların teninize battığı hissin aynısını verebilir, ama sizleri sarmalayıp ısıttığı gerçeğini de göz ardı edemezsiniz. Yaz şarkıları vardır ama diğer mevsimlere uygun albüm/ şarkı tanımlaması yapamazsınız diyenlere kapak gibi bir albüm. İşte 6: Commitment.

Genel olarak kalp kırıklıklarından sonra aşkla yapılan yüzleşmelerle alakalı bir albüm, en azından sözlere bakınca bu anlaşılıyor. Sevgiliyi terk etsem mi terk etmesem mi ? pişman olur muyum, aslında onu hala çok seviyorum bunu ona nasıl söylerim, söylersem bir şeyler değişir mi ?

''If' I'm Any Closer'' ile açılan albüm gidişat hakkında oldukça bilgi veriyor. Hemen ardından gelen ''Weight of My Mistakes'' albümün en hızlı şarkısı sayılır, tıpkı siyahi jazz vokallerin ana şarkıcı arkasaında 'hu-hu'' diye salınmaları gibi dans edebilrisiniz. Sessizliğe eşilk edecek ''Silence''. Sometimes silence can be louder ... Ve albümün bir numarası kişisel favorimlerinden ''All For Love''. ''All that I am asking for is just the chance to  love you more. I wanna come home to you I will do it all for love'' . Yanlışıklar yüzünden biten giden sevgilinin ardından bir şans daha. .

05 All for Love by jamesmayer

Tempo düşsün biraz daha ''I Know What You Did'' korkmayın geriden last summer eklentisi gelmiyor. Bazen acılar dün gibi aklımızda kalır ya, böyle bişey bu şarkı da. Işte ''The Way I Lie'' ... ''Darling you, keep holdin'on, Trying to be strong but it won't be long, before you, you ask me to say, that will be ok, so I play along, but you don't notice the way I lie''.


''Secrets'' en büük sırrımız şudur diyor abimiz '' I belong to you, You belong to me'' gizli aşk yaşıyanlara gelsin bu şarkı da. Elinden uçup gitmiş sevgiliye özlem, ona yalvaran ve geri dönmesini bekleyen bir sevgilin yazdığı şarkılar bunlar sanki. Ah bu da pek bir şiir incelemesi gibi oldu. ''You Get Me''...''If I say so, If I let it go, and the face consequneces I 'll know, Will it lead to leaving it regret'' .''Letting Go'' ve son olarak ''Big Time''. Albümün ikinci şarkısında aldığımız tempoyu yine geri alma zamanı. ''Touch the silver screen, and the dreems come alive'' ... ''Now you say is everything right'' I said Forget about tomorrow'' ...''this is the big time, you will be just fine this time''.



Elinizde çiçek, sevgilinizin kapısındasınız, tüm olanlar için özür diliyorsunuz, affetirmeye çalışıyorsunuz, one more chance diyorsunuz, kız sizi içeriye alıyor, kavga ediyorsunuz sonra birden onun dudaklarına yapışıyorsunuz and here it is ''sex'' tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi. Albüm bana bu hikayeyi hatırlattı.
İnanın, peşinden koşun ... Gerisi gelir ! Sevdiğiniz, istediğiniz şeye de bağlanın, sıkı sıkı tutunun.

Seal albümle Ingiliz Listelerinde bir numara olmayı başardı. ''Secrets'' şarkısını single olarak yayınlayıp videoladı.

Tam son bahar havası esen bir albüm. Depresif olanlar uzak dursun, iyi albüm dinlemek isteyenler şöyle gelsin. Seal'in muhteşem sesi ve geri kalan bir kaç şarkı için 2.75 Zira yer yer fazlasıyla sıkıcı olabiliyor. ''All For Love''u ise es geçmeyin kışın bir numaralı balladı bence.