29 Kasım 2011 Salı

REMEMBER REMEMBER SPIRIT OF THE NOVEMBER

American Music Awards ve MTV Europe Music Awards gibi iki ödül törenini barındıran kasım ayının bana en büyük katkısı tüm bu şahane organizasyonların aksine Lana del Rey 'di New York'lu Lana hakkında anlatıcağım çok şey olduğundan onu şimdilik Aralık ayına bırakıyorum.

Şimdi ama tüm cooluk bir yana bu ay severek dinlediğim başka bir şarkı da Pitbull'a aitti. Önce Jennifer Lopez şimdi de Marc Antony, Lanvin videosundan sonra tahammül sınırlarımın pek de yukarılarda olmadığını fark ettiğimden bu yana ''Rain Over Me''nin aslında o kadar kötü şarkı olamadığına karar verdim.

Beyonce bir ananın kedi doğurması gibi video çekmeye devam ediyor. Hamileliği yüzünden veremeyeceği konserler nedeniyle midir yoksa bir anlamda Guiness'e mi girmeye karar verdi bilemiyecem ancak her hafta bir video yayınlamazsa içi rahat etmez hala geldi. Beyonce'yi örnek alan bir diğer isim de Florence and The Machine. Ki iki durumdan da hiç de şikayetçi değiliz.Ve Katy Perry ! Geçtiğimiz yaz sonu yayınladığı albümü hala videolandırmakta ısrarlı. Gerçi sonuç bizleri rahatsız ediyor mu ? Hayır !

Aylardır merakla beklenen Duran Duran videosu da geçtiğimiz ay içerisinde izleyicilerle buluştu. Video o kadar 'huge deal' olarak görüldü ki, İngiliz Harper's Bazaar son sayısını onları promote etmek için hazırladı da diyebiliriz. Süpermodellerin rol aldığı Jonas Akerlund'un yönettiği video / kısa film senenin en cool işleri arasında yer alıyor bence.

Yeni yıl yaklaşırken iki süper hediye önerisi de benden olsun. Beyonce'nin ''Live at Roseland'' ve Adele'in ''Royal Albert Hall'' konser DVDleri de yayınlanmak üzere. Kasımda yayınlanması planlanan Charlotte Gainsbourg albümü ''Stage Whisper'' ise 5 Aralıkta yayınlanacak gibi gözüküyor. 

28 Kasım 2011 Pazartesi

PARTY GOES BLACK & WHITE

28 Kasım 1966. Bundan tam 45 sene önce. New York Plaza Otel. Lüks kelimesinin sözlük anlamı da denilebilir. Amerikan Edebiyatı'nın, Popüler Kültürün ve dönemin en tanınmış yazarlarından biri. Kim bilir ki yazacağı bir eserle, sadece edebiyatseverlere değil, zamanı geldiğinde sinemaseverlere ve modaseverlere de ulaşacağını ve ilham vereceğini. Audrey Hepburn'u ikonlaştıracağını ve tamamıyla bir yaşam tarzının sembolü haline geleceğini. Ladies 'n Gentlemen legendary Mr. Truman Capote. 
1956 yılında yayımladığı ''In Cold Blood'' sonrasında o güne kadar olan başarısını kutlamak üzere New York simgelerinden Plaza'da ''Black and White Party'' düzenler. Balonun en önemli ayrıntısı ise tıpkı geçtiğimiz sene Fransız Vogue'unun baş editörü Carine Roitfeld'in düzenlediği gibi Maquarade Ball olması.
Eyes Wide Shut
Washington Post'un yayıncılarından Katherine Graham ile
Bay ve Bayan Ford
İsviçre Prens ve Prensesi. Prensesin üstündeki günümüz ışıldayan altın temalı Balmain elbiseleri gibi.
Frank Sinatra eşi ve Mia Forrow ile.
Dönemin Anna dello Russo'su olsa gerek
Kennedy'ler, Richard Avedon, Andy Warhol, Tenessee Williams, Büyükelçiler, Hollywood, Kraliyet Aileleri hepsi de davetiyede özel olarak belirtilen siyah-beyaz kıyafetler ve maskeler içinde.
Party'nin ilginç yanlarından biri ise romanını övmeyen eleştirmenler ve yazarların 'guestlist'ten çıkartılması. 
Marilyn Monroe & Truman Capote
En ilginç yanı ise Tiffany & Co.'nun CEOsu ''Breakfast at Tiffany's''in ününü kullanarak mücevherlerinin bedava reklamını yapmış olmasına rağmen Capote'e karşı pek de nazik davranmaması sebebiyle davet edilmemesi.
Davete katılan 540 misafirle ise tek tek tokalaşması ise ne kadar zarif olduğunun kanıtı belki de.
Dünyanın gelmiş geçmiş en şahaşalı partysi için Capote'nin yorumu ise ''kendi çapımda bir davet yapmak istediğimden sadece arkadaşlarımı davet ettim.''
Kim bilir o gece neler konuşulmuştur, party çıkışında Ritz'in ya da Plaza'nın odalarında neler olmuştur ?
Who picked whom?

22 Kasım 2011 Salı

RÖPORTAJ || SERLİ GAZER - EDITOR @HARPER'S BAZAAR >>THE WONDERLAND

Cosmopolitan, Perfect Wedding ve Trendsetter gibi dergilerde editörlük yapan Serli Gazer şu günlerde Harper's Bazaar için Türkiye'nin en cool gardroplarını aralıyor. Katkıda bulunmuş olduğu diğer bölümler ve yazılar dışında düzenli köşesi ''Personal Style''da her ay değişik isimleri konuk ediyor. Hazırlamış olduğu sayfanın en ilgi çekici yanı ise bugüne kadar dergi köşelerinde pek görmesek de stili ve hayat tarzı dikkat çeken isimleri ağırlıyor olması. Dergiyi alır almaz editörün sayfasından sonra ilk baktığım yer ise onunki, ''acaba bu ay hangi fashionable, cool kişiyi anlatmış bize'' diyerek merakla sayfaları çeviriyorum.

Elbette ilk önce onun sayfasını bu heyecanla açmamın sebebi, onun da aynı şekilde işini yapıyor olmasından kaynaklanıyor. Her ay kaçarı olmadan aldığı görevi yerine getirme zorunluluğu ona bungy-jumping yapmış kadar adrenalin takviyesinde bulunurken, fırtınadan önceki sessizlik gibi, yeni sayıyı hazırlamaya başlamadan hemen önce, en son sayıları baskıdan yeni çıktığında elinde tuttuğu dergi ve o anda yaşanılan haz. Dergiciliği; genel geçer insanların ''işe gidip de çalışayım'' mantığında görmeyen Serli Gazer hazırlamış olduğu sayfayı da başka bir heyecanla anlatıyor, sürekli yeni keşifler, yeni heyecanlar, yeni ilham kaynakları ve başka dünyalarla randevu. Hatta ekim sayısındaki Zeynep Duygulu yazısında da bunu görüyorsunuz. Harikalar Diyarına geçen Alice kadar heyecanlı bir tonla anlatıyor bir anlamda bakmayı, görmeyi, araştırma yapmayı seven bir insanın o anki hissettiği tatmin duygusuna ortak oluyoruz.

Harikalar Diyarı'na geçtikten sonra karşısına ne çıkacağını pek de umursamıyor gibi, ileriyi merak ediyor, ama elinde bulunanla hayalini birleştirerek bir anlamda yollardan emin adımlarla geçiyor. Karşısına ne çıkacağını merak ediyor, ama merağın kendisini yiyip bitirmesine izin vermeden de geçtiği yolların tadını çıkartıyor. Aslında bunu şu anki durumu için metafor olarak da görebilirsiniz. 5 yıl sonrası mı ? ''Bu anı yaşayıp tadını çıkartmak istiyorum, 5 yıl sonrasını düşlemeye daha çok vakit var şu an duruyorum ve ''şimdi''yi içime çekiyorum''diyor. Biraz da soluklanıyor, uzun zamandır düşlediği noktaya çokça çalışarak ulaşabildiği için.

Henüz vizyonda yeni izledik Woody Allen'ın beni hayaller ülkesine götürebildiği için muazzam derecede etkilendiğim ''Midnight in Paris''. İşte Serli Gazer'in dolabı da başka bir hayaller diyarı. Her gardroba biraz ilham lazım, kimi zaman sokakta geçen biri ya da bir bloggerın stili bile onu etkilese de asıl hayaller ilham aldığı isimleri duyunca canlanmaya başlıyor. Jane Birkinler, Bianca Jaggerlar, Eddie Sedgwickler ve Brigitte Bardot. Kendisi her ne kadar da bu yüzden ''biraz eskiciyim'' dese de oldskool is always the cool. Gerçi 21. YY ikonları Kate Moss ve Alexa Chung'ı da unutmuyor. Aslında stilini beğendiği moda evleri / markaları sıraladığında ise bazı şeyler daha iyi canlanıyor gözümüzde High Fashion için McQueen, YSL, Chanel, biraz bohem biraz etnik ve indie için Missoni, Istanbul kadını gibi bir Chloe, hip ve cool Alexander Wang, Helmut Lang, Acne ve Philip Lim ile bir parça Emmanuelle Alt ve Parisienne Rock Chic Zadig & Voltaire.

Tüm bunları duyduktan sonra insan bir editörün nasıl bunları taşıyabildiğini merak etmiyor değil.  Giyerken pek fazla şeye dikkat etmediğini söylese de aksesuarları her daim ön planda, kendi ne kadar sade olsa da bir şekilde onları kullanarak stilini zenginleştiriyor. İlhamını zaten dolabını düzenlemeden önce aldığı için de sabahları giyerken de işi kolay oluyor. İşe yetişmek zorunda olanlar için güzel bir ipucu değil mi aslında ? Sabahki moduna göre giyinmek stil kaynağı olsa da kimi zaman ertesi gün için röportaj / toplantı / ya da çekim varsa akşam yatmadan ne giysem diye düşünmeden edemiyor(muş yani :)). Ama ekliyor ''sabah kalktığımda bunu ne kadar uygularım garanti veremem.''
                            Eski ofis duvarı'ndan. ''Siktir et bebeğim'' ne kadar ilham verici ama ? :)

Kaç sezonun en trend stili olan ''color block''u sormadan da edemiyorum. Kısaca black to black, white to white ya da wear it with black play it safe onun blocking yolu olsa da aslında verdiği cevap inanılmaz eğlenceli. Haydi hayal makinesi çalışsın yeniden.  Color block deyince gözümün önünde bir sahne var. Paris'te, Avenue Montaigne'da köşedeki Dior'un (hani şu Carrie'nin yere yapıştığı Dior) önünde bir kadın var. Boyu yaklaşık 1,80. Üzerinde bembeyaz bir tuxedo var. SanırımYSL. Saçları siyah ve kısacık. Yüzünü kocaman siyah gözlükler kaplamış, elinde bir Hermes Birkin var. Muhtemelen alligator skin. Ayağında ise dünaynın en yüksek topukluları vardı.  Benim gözümde az biraz Jane Birkin canlandı ya size ne demeli ?

Röportajı da benim ilham kaynağım olarak düşündüğüm ve merakla herkese yönelttiğim bir soruyla kapatıyorum. Kısa zaman öncesine kadar saçma olarak düşündüğüm, ancak bir anlamda hayatımızı özetlediğimiz ve bir şekilde bağlandığımız ''motto'' meselesine. Eh bir de röportajı yapan daima curios cat t-shirt'ünü üzerine geçirir, bir de madem Serli G de sürekli bunu soruyor, altta kalır mıyım ? - Aslında twitter profilindeki biografisi sorumun cevabını açıklıyor ''whose motto is no fun, no gain''. Eğlence hayatının kilit noktası ! Giyerken, çalışırken ya da özel hayatını yaşarken. Kurmuş olduğu denklem ise çok mantıklı. Eğlenirsen, seversin, seversen başarırsın. Hayat bu bazı şeyler ters gitti, başaramadın mı, eh bu sefer de küsmek yok, kaşları çatmak yok, çünkü en başından beri eğleniyordun. Sonuçta kaybeden taraf yok, ben yine kazandım. Kimi zaman bir espiri, absürd ya da kitsch bir detay da tüm bunlarla eğlenmenin sonucunda ortaya güzel şeylerin çıkmasına sebep oluyor.

Bir de planlı olmak lazım elbette ! Koskoca dergi, oraya yazı yetiştir, arkadaşlarla buluş, araştır, öğren, çalış, tüm bunları en az zarar almadan nasıl düzenli bir şekilde yaparız ? Planlı olmak ama bir püf nokta da bu arada geliveriyor, ''planlı olmak asla özgürlüğümü kısıtlamamalı'' diyor, bir anlamda yeniden az evvel söylediği mottonun ana fikri çıkıyor. Özgürlüğün kısıtlanırsa - eğlenemezsin - eğlenemezsen ? İşte bunu duymak istemeyiz; Harikalar Diyarı'na elveda demenin tam yeri sanırım.

THIS OR THAT
Gainsbourgs vs Missoni
             Çok zor bir soru. Zorlarsam sanırım Gainsbourg'lar
Anna dello Russo vs Giovanni Battaglia
             Emmanuelle Alt
Blackberry vs iPhone
             Elma, böğürtleni döver
Sneaker vs High Heels
            Gözlerim high heels, ayaklarım sneakers. Ve maalesef !
Lara Stone vs Kate Moss
            İkisi de. Biraz da Georgia May Jagger
Şemsiye- Yağmur vs Güneş ve G Gözlüğü
            Her zaman güneş ve güneş gözlüğü
Patti Smith gibi Indie / Androjen  vs Jagger kadını gibi ''party girl''
            Jagger kadını ağır basıyor.


18 Kasım 2011 Cuma

RÖPORTAJ: HOLDEN CAULFIELD

Hamish Bowles'i XFactor'de yarıştırıp Vogue için makale hazırlamasını isteyen Anna Wintour çılgın projelerine yeni bir tanesi daha eklemeyi başardı. Geçtiğimiz aylarda telefonumun ekranında ''this is conde nast calling:'' yazısını gördüğüm anda göz bebeklerimdeki yuvarlaklık V şeklini alıverdi birden bire. Telefon Wintour'un Emilie adlı asistanlarından bir tanesinden geliyordu. Sonuç mu ? Sonuç röportaj ! Hatta belki kız da artık Andrea olmuştur ? JD Salinger'in ve Amerikan Edebiyatı'nın - tüm zamanların- en tartışlmalı romanlarından birinin baş kahramanıyla röportaj ! Here we go fellas!

Toplum normlarını sürekli eleştirip duruyosun ? Bunu sürekli çizmek istediğin ''protest'' ve ''cool olma'' karakterini elde etmek istediğin için mi yapıyorsun ?
Hey bro- You know what ! Okul dedikleri şey just a phonie. Hocalar sürekli bir şeyler anlatıp duruyor, kimi ezberlediği bilgileri karşı tarafa geçirdiği için ne dediklerinden haberdar bile değil, hani ebeveynlerimiz bizlere der ya ''kulağından çıkanı duyuyor musun?'' diye, işte bir çoğu bence duymuyor ! I mean, yani evet korkmadan, ikinci kere düşünmeden herşeyi herkesi, kendimi üstün görerek eleştiriyorum. Ben ucube, ezik değilim. Ama sizler gibi KORKAK da değilim. Sadece 60lar ve 70lerde tavan yapacak hippie ve beat akımının öncüsüyüm aslında. Bizler ot çekeriz, hayat bayram olarak dolaşırız, ama devletle içten içe de problemlerimiz vardır aslında.


Senin için emo akımından etkilenmiş diyorlar ?
Suç mu az duygusal olmak ? Az biraz Emre Aydın videolarında olduğu gibi yaşamak ? Elin Istanbullusu, Dubrovniklisi hayal eder New York'ta yaşamayı, 5. Cadde'de gezip Ritz'te suit tutup ''Manhattan''ın,''Sex and the City''nin çekildiği yerlerde gezmeyi, sokaklarda kaybolup ''Im an English Man in New York'' diye yüreğinin ciğerlerini söke söke haykırmayı. Ama davulun sesi uzaktan hoş gelir derler. American Dream'de her şey distorted, ''family institution''ı bile. Evet duygusalım çünkü yalnızım ve beni kimse anlamıyor. Allah büyük ya bir Phoebe vardır benim için, onu uyurken seyretmek, atlı karıncada sevinmesini görmek, gerçek dünyadan kaçmakla eşittir benim için. Bir de Antolini vardı benim için, yani öyle bilirdim. Ama kahpe neler yaptı bana onda kaldığım gece. Eğer gözümü açıp uykumdan uyanmasaydım. Of.


Peki cinsellik hakkında neler düşünüyosun ? Ne de olsa yeni yetme bir ergensin ?
You know what ''institution of sex'' is just a phonie''. Sex birbirine karşı duygu besleyenler arasında olmalı, benden sonra gelen çocuklar için çok üzülüyorum, çünkü yeni jernerasyon için bunun bir değeri kalmadı, ama ''If a body meets a body'' şarkısı vardır, bildin mi ? İşte ben bunu sexual intimacy'ye dikkat çekmek için ''If a body catch a body'' yaptım, kurtarmak istiyorum yeni akım gençleri bu bataklıktan James, anlasana beni ! Sex delisi sanırdım kendimi, odama fahişe bile çağırdım, New York'u en dibine kadar yaşamak için, ama ne var biliyo musun, olmadı, yapamadım, hippielik bir yere kadar. Duygulu olmak en önemli erdemdir şu hayatta !

Tüm bu anti-mainstream duruşun seni yalnızlığa itmiyor mu peki ?
Hayatta her şeyin bir bedeli vardır yeğen ! Her istediğin olmaz, kendi ideallerim ve doğrularım için yaşayacaksam eğer varsın yalnız kalayım, kendimi soyutlayayım ve böylece tüm  çirkinliklerden korunayım. Bir ara hatta tıpkı ''Into the Willd''daki gibi yaşayayım dedim, New York'tan kaçıp Apalachian Dağları senin Arizona Çölleri benim mantığıyla yaşamak istedim. Ama yemedi biliyo musun ! Sen bunca yıl Upper East Side'da yaşa, ondan sonra yırtık pırtık kıyafetlerle Simple Living programını çekmeye başla !

Peki şu kırmızı koruma kalkanın şapkan hakkında demek istediklerin var mı ?
Tek bildiğim, onu da geçtiğimiz günlerde hazırladığın posttan gördüm- red is the new black ! İlla roman karakteriyiz diye her takıp takıştırdığımıza sembolik anlamlar çıkartmaya uğraşma. Bir yerden sonra çok fazla kurcalama, kafayı yersin.

New York socialite'ı hakkında ne düşünüyosun peki ?
You know what milletçe corrupted olmuşuz, geçen Phoebe'nin okuluna gitmişidim, duvarlara hep FUCK yazmışlar, hadi bazılarını elimle sildim, gocunmadan. Ama geri kalanını da duvara kazımışlar. Taksiciler desen başka alem, herifler hem para yok derler, ağlarlar, hem de güç bela birini yakaladınmı da bindiğine bineceğine bin pişman ederler, yok istediğin yere götürmezler, yok bilmezler. Geçenlerde Central Park'daki ördeklere gitmek istemiştim, bakma benim böyle bilmiş konuşmalarımla 50lik amcalara dönüverdiğime içimde hala bir çocuk yatar, ama şerefsizim taksi şöförü deli etti beni o gece.

Umarım bu röportaja da phonie demezsin ?
Aybettin gözüm, sayende az da olsa kendimi anlattım şurda.

Eklemek istediğin bir şey var mı ?
He az alternatif üretin sosyal ağlardaki gençler, herkesin hero'su olmak istemiyorum, atrtık ''Catcher in the Rye''dan farklı kitap okuyup ''Eternal Sunshine'' ve ''Fight Club'' dışındaki filmleri de izlemeye başlayın. Clementine ve ben profil fotoğraflarında boy göstermekten bıktık. Ama sanırım Tyler'ın baklavalıyla derdi yok, gösteriş budalası, oldum olası sevmem zaten onu bir de Jen'i şutladı ya. Neyse. New York'un yukarı doğu yakasında oturanların birbirlerine nasıl seslendiğini çok iyi bilirsin. Burdan tüm fanlarıma sesleniyorum ''you know you love me xoxo''.

images via, tumblr.com / weheartit

16 Kasım 2011 Çarşamba

THE HIP & THE COOL ALBUMS IN THE TOWN

Paralel evren ya da Dünya dışında yaşam olan her hangi başka bir yer varsa kesinlikle ora ziyaret edilmeli diye düşünüyorum zira Florence + The Mchine ve Coldplay'in son albümleri burada kaydedilmiş olamaz.

2000li yılların en cool indie / soul albümü ''Lungs''ı yayınlayan Florence Welch kısa zamanda adını her tarafta duyurmaya başladı. Welch'ten etkilenen Gucci tur kıyafetlerini dikti, Chanel'den Lagerfeld ondan ilham aldı ve 2012 S/S defilesinde podyuma onu çıkarttı, üstelik yürümek için değil şarkı söylemek için. İlk albümü ile İngiltere'de zirveye çıkan Welch ve grubu aynı zamanda Amerika'da Billboard'un alternatif listelerinde de ilk üçe girmeyi başardı. Ve sırada ''Ceremonials'' grubun İngiltere'deki başarısında bir değişim yok, Amerika'da yine alternatif listelerinin zirvesinde ama mainstream top 200de bir önceki albüme göre 8 basamaklık bir sıçrayış mevcut artık ilk 10da ve 6 numarada.

İlk albümdeki indie / pop / rock havası yine soul müzikle birleşmiş ama bu sefer daha sofistike üstelik. Açılış parçası ''Only It For a Night'' ve ilk single ''What the Water Gave Me'' kesinlikle albümün başka bir Dünya'da kaydolabilme ihtimalinin kanıtı. Gizemli ve büyüleyici. İkinci single ''Shake It Out''ta ise vokali hiç olmadığı kadar görkemli ve aristokratik. Albümün en pop şarkısı ''Lover to Lover''ın aksine puslu günlerin şarkısı ''Breaking Down'' ve görkemli müziği sanki koskoca bir orkestranın parçasını 3 dakikalık bir şarkıya sığdırdığı fantastik isimli ''Seven Devils''. Hangi biri favorimdi benim ?

Netice itibariyle yılın hem en büyüleyici albümü hem de en iyi ikinci albümüne imza atmış. Üstelik şarkıların hepsinde de Welch imzası var.

Sırada 3 yıl aradan sonra coşkulu dönüş yapan Coldplay ve sevimli uzaylılara verebilebilecek bir isimle ''Mylo Xyloto'' var. Albümün açılışına ve 3er4er şarkı arayla serpiştirmiş oldukları yarım dakikalık enstürmantal şarkılarla kanımca beyni yormama sebepli işlemi de tuttum. ''Hurts Like Heaven'' gibi sert bi şarkıyla açılan albüm aynı zamanda ikinci single olan soft ve sakinleşirici ''Paradise'' ile devam etmekte. Elektro altyapılı rock albümü olmasına rağmen genel anlamda soft ilerleyen albümün en şaşırtıcı yanı ise Rihanna düeti ''Princess of China''.

Kimi zaman uyuşukluğa kaçan soft havalı albümün en fazla sevdiğim yanı ise her şarkı isminin bile kendi başına ve genel olarak toparlandığında bir şeyler anlatıyor olması. Kimi zaman protest, biraz duygusal ama optimist tıpkı soundu gibi. Yılın favorilerinden ve beklediğimize deymiş gibi.

12 Kasım 2011 Cumartesi

GÜÇ SEMBOLÜ: EVİMİZ HOLLYWOOD'DA

Sanırım festivaller dışında ve şans eseri izleyip de filmini beğendikten sonra yönetmenini daha iyi tanıyabilmek açısından seyretmek istediğim diğer filmleri de saymazsak bir filmi seçmemde en büyük etken oyuncular. Ancak bazen öyle yapımlar oluyor ki, zaten kendisine seyirciyi sırf oyuncu kadrosuyla çekmeyi başarıyor, bazen senaryo o kadronun altında ezilirken bazen de bu kadroyla ancak böyle bir hikaye mi yazmışlar diyebiliyoruz. Bazen de senaryoyu yüceltip here comes the comboooooo !

Kuşkusuz geçtiğimiz yaz vizyona giren ''Horrible Bosses'' Evimiz Holloywood'da temalı bir yazı için en iyi örneklerden. Senaryosu klasik bir salak ile avanak ikilisinin yapabileceği türden şeylerden oluşma bir hikayeden çıkıverse de çok sığ bir komedi olsa da kadrodaki her oyuncunun hareketleri inanılmazdı. Komedi filmlerinin olmazsa olmazı Jennifer Aniston yetmezmiş gibi Collin Farrel ve Kevin Spacey de filmin Jason Batemen, Charlie Day ve Jason Sudeikis'den oluşan normal kadrosuna eklenince ortaya karışık ünlülü bir pizza gelmekte. Rolleri daha az da olsa filmin en komik yanlarını yine o büyük üçlü götürse de aslında bence senaryoyu devleştiren isimler oyuncular burada.

Yakın geçmişte vizyona giren bir diğer komedi de son yıllarda seyretmiş olduğum en kaliteli romantik-komedilerin başında geliyordu sanırım. Akıllıca yazılmış espriler, sıkmayan konu ve yıldız kadrosuyla da birleşince sonuçta AA alabilen yapıma dönüşüyor. Bahsettiğim film ''Crazy Stupid Love''un kadrosunda Julianne Moore, Ryan Gosling, Emma Stone, Kevin Bacon ve Marissa Tomei'in yanı sıra komedi filmlerinin beyni Steve Carell'ı da bulunuyordu. Zaten sanırım Carell'ın oynayıp bizlerin burun kıvırabileceği pek de komedi filmi yoktur. Ama yine de tüm dev isimlerin yanı sıra ''tatlı aşıklar'' mesajıyla Hollywood'un yeni gözdesi Emma Stone ve womanizer karakteriyle Ryan Gosling favorimdi. Üstelik bunu Moore'un oynadığı bir film için söylüyorum.

Ve ''Contagion''. Kate Winslet'ın IMDb sayfasında filmi gördüğüm ilk günden beri ''heycans tavan'' şeklinde beklediğim film fragmanından da pek bir şey anlamadığımdan daha da körüklenmişti. Son 20 yılın en gözde üç kadını Kate Winslet, Gwyneth Paltrow ve Marion Cotillard'ı bir araya getiren filmin erkek kadrosu kızların gücü altında ezilse de Matt Damon, Jude Law ve Laurence Fishburne de yavan isimler sayılmaz neticede. Film aslında en olabilecek ve sıradan bir konu üstünde yoğunlaşıyor, zaten ilgimi çeken yanı da reel bir olayı sonuna kadar bu şekilde işin içine fantastik öğeler karıştırmadan devam ettirmeleri. Senaryo ve hikaye sakin sularda devam ederken bir anda da korku gerilim ve endişe hisleri de yine bizlerde uyandırtılan dürtülerden. Modern Çağın kahramanlık destanı da diyebileceğimiz bir metne de sahip olan filmin asıl - en büyük kahramanı - da *spoiler* filmin yıldız kadrosundan her hangi biri olmaması da ilginç ve dikkat çekici kanımca. Saydığım isimlerin hemen hemen hiç biri Kate- Damon ve Damon-Paltrow dışında bir araya gelmeseler de böyle bir kadronun aynı afişte yer almasının bende uyandırdğı hissi kelimelere dökemem sanırım. Kadroda bu denli dev isimler yer almasaydı kalkıp sinemaya gider miydim veya filmi beğenir miydim orası da meçhul sanırım.

Woody Allen ! Kamerasını Avrupa'ya taşıdığından bu yana - ki Amerika için de aksini söylemek imkansız olsa da - muhteşem oyuncu kadrolarını, enfes şehir manzaralarını ve A kalite eğlenceyi sinema salonlarına getirdiği bence çok açık. ''Midnight in Paris'' projesini duyurduğum günden beri yine heyecanın ve merakın film setinden karelerin ve dedikoduların internete düşmesiyle de perçinlenen bir süreçten bahsediyoruz. Baş roldeki iki ana karekterin Owen Wilson ve Rachel McAdams'ın hayal kırıklılığı yarattığı filmin başlı başına üç heyecan yaratan öğesi Paris, Carla Bruni ve Marion Cotillard'dı. Nasıl ki Penelope ve Javier'siz bir Barcelona düşünülemezse Eiffel Kulesinin, Marion'un ve son yıllardaki magazin akımına bakacak olursak da Bruni'siz bir Paris düşünülemezdi. Kathy Bates, Adrian Brody ve Michael Sheen'in de filmde yer alması tabiki de extra artı değerlerden. NewComers olarak gösterilen ve benim son dönemdeki favorilerimden Lea Seydoux'un katkısı bile muhteşemdi, üstelik bence o bile baş roldeki oyunculardan daha iyiydi. 20li yılları sevmemden ötürü mü Fitzgerald'a Hemingway'e Stein'a, Picasso ve Dali'ye ekstra sevgi ve saygı göstermemden midir bilmem ama filmin modern peri masallarından farksız olduğu açık ve net. ''Gece yarıları sadece korkuya değil, eğlenceye, gizeme ve hayallere de açıktır'' temasını bizlere en iyi şekilde anlattıran filmi kesinlikle sevmemin ve bayılmamın nedeni de hayallerimi süsleyen 3 hikayeden birinin bu filmde işlenmiş olması. Diğer ikisi de kısmen ''Immortals'' ve ''Factory Girl''de işlense de umarım hayallerim gerçekleşir.

Aslında iş zengin kadroya gelince bunun tadı en güzel romantik komedilerde çıkıyor. Bütün Hollywood'u bir araya getiren ''Valentine's Day'' ve kısmen de olsa ''He's Not Just Into You'' sanırım demek istediğimi anlatan cinsten. ''Love Actually'' ve ''Mona Lisa Smile'' da bunlardan bir kaçı yine. Özellikle son Harry Potter filmlerini de atlamamalıyım sanırım. Henüz seyretme şansına ulaşamadığım ''Melancholia'' da aslında bu filmlerden bir diğeri.

Filmleri sıralarken elbet aklımdan uçup giden başkaları da olmuştur, ama demek istediğim başka şeyler de var. Bu gibi filmerin en sevdiğim bir diğer yanı ise afişler. Tüm karakterlerle ayrı ayrı yapılan afişlerin yanı sıra, küçük karelerde bir araya gelinen ve üstünde tüm o isimlerin yazdığı ana afişler. İşte o kağıt parçasından fışkıran gücün hazzı. Sanırım bende etki yaratan en büyük kısmı bundan kaynaklanıyor. Üstelik bir de bu filmlerin galaları ya da Cannes'da gerçekleşen photo call'ları var ki. Bence onlar daha da reel.

Bir de muhteşem dörtlü aşk hikayelerinin anlatıldığı 4 yıldız oyuncuyu bir araya getiren filmler vardır ki bence o da başka bir post konusu olabilir.

4 Kasım 2011 Cuma

MOODBOARD: THE SCARLET LETTER: KIRMIZI GUC

Collectif Representation temali Timur Celikdag lensinden i-D nin sonbahar sayısı için çekilmiş bu ve bunun gibi fotoğraflardan oluşan editöryalin amacı herkesin ''koyun'' gibi olduğu toplumdan sıyrılmak. Aynı şeyleri yapıyorsak bile. Herkesin aynı şeyleri yaptığı / istediği bir topluluktan sivrilmek ''ben burdayım'' diyebilmek.

Bunu bir kenara birakacak olursak ise bu sezon red is the new black. Son birkaç senedir modayla daha içli dışlı olmamdan sonra geçip giden her moda haftasından sonra gördüğüm tek şey aslında değişen bir şeyin olmaması. Her sezon ''40s are back'', ''60s are back''. İspanyol paça bir sezon başka tasarımcının radarında, bir sonrakinde bir diğerinin. Sadece tarih tekerrürde değil moda da. Dolayısıyla bu kış sezonu için renklerin ve kırmızının geri geldiğini uzaylı görmüşcesine iddia etmek fazla olur, aslında onlar hep orada, ancak kesin olan bir şey varsa kırmızı bu sezon uzun zamandır elde etmek istediği baş rolü sonunda kapmış gibi.
Dior Homme / taken from Arena Homme
Modada sevdiğim başka bir şey varsa, ya da sevdiğim en güzel şey dergiler ve hazırlanan editöryaller. Dediğim gibi ''keep calm and start reading style.com'' bir süre sonra aslında tekrarlanan şeylerin olduğunu görecekseniz. Erkekler bu sezon feminen, kadınlar bu sezon masküler, geri gelen 70ler, tekrar moda olan 90lar. Hopefully there are magazines ve fotoğrafçılar ve editörler bir araya geldiklerinde Alice'in hayal dünyası o kadar da fantastik kalmıyor.
GQ China Style
Sonuçta bu yolla giydiğiniz kırmızı Dior palto ya da Dolce & Gabbana kırmızı smokin size podyumlardan daha reel gelebilir, ya da onu elde etmek daha cazip gelebilir. Belki de davete katıldığınızda öğle yemeğinize eşlik eden GQ Style ekindeki model gibi hayal edebilirsiniz kendinizi. Evet evet tıpkı editöryaldeki gibi kırmızı smokin ve verilen davet, tıpkı o fotoğraf karesinde olduğu gibi herkesin gözü üzerinizde, belki partyden ayrılırken yalnız da olmassınız hem ?
Bon Magazine
Bu işi kurallarına göre uygulamak istiyorsanız - en azından kırmızı giyen bir centilmen olarak gözükmek istiyorsanız- kadınların dolabında olduğu gibi color blocktan kaçınılmalı sanırım. Yanı kırmızı bir pantalon + yeşil bir blazer. Ohh boy ! Play it safe wear it with black !
Sol: GQ Italia // sağ: models.com ''from various editorials'' postundan
Kırmızıyı farklı kalıplarla ve kumaşlarla yorumlayan tasarımcılar bu sayede sevdiğiniz modellerin kırmızısını da yaratarak ya da sezonun zaten trend olabilecek parçalarını kırmızıyla yorumlayarak aslında erkekleri yine de güvenli sulara itmiş. Kadifeler, boyları kısalan ceketler / blazerlar ve pelerinler. Bunlar hemen hemen tüm tasarımcıların zaten bu sezon için düşündükleri modellerdi. Ancak onlar da belirli kalıpları kırarak sadece siyahla değil, kırmızıyla da birleştirmişler. Double hip.
Hercules
Aksesuarlar sizler için kıyafetlerden önce mi gelir, daha mı dikkat çekicidir bilmem ama aslında her iki grup için de düşünülmüş oynak bir artı değer. Trendleri takip edeyim ama çok da göze batmayayım diyorsanız, ya da şeytan ayrıntıda gizlidir mottosunu belirlemişseniz de her iki şekilde de şans sizden yana. Kırmızı eldivenler, kırmızı çantalar, ayakkabılar. Siyah Balmain bir paltoyu kırmızı eldivenle tamamlamak ? Ya da sıradan bir jean + kazak lookunu LV çanta ile hareketlendirmek ?
Instinct Mag
Kırmızıyı yaratırken hiçbir tasarımcı o kadar da ısrarcı değil. Rengi siz seçin. İster renginizi açıp biraz portakal gibi gezin, ister bordoya sığınıp kendinizi Fransız hissedin. Emin olun hardal rengi bir kazak, koyu kahve bir kadife pantalon ve kızıl-bordo bir blazer kombini çok da göz yormazdı. Hatta harikulade bile olabilir.
Wonderland // GQ France // The Block 
İlla dolabıma bu sezondan bir şey katayım, benim tarzım olsun, kıyafetim benim önüme geçmesin ama diyorsanız GQ France editöryalinden çıkma V Naked kazak tam size göre. Hatta bana.
Attitude // Volt Mag
Bence kostümlü bir party vermenin tam zamanı geldi. Be sexy ! Bir şey geçirmeden üstünüze Gandy'nin yapmış olduğu gibi battaniyeye sarılın. Emin olun kimse size ''homeless'' demez, belki Native Americalı. Ama kesinlikle ilgi üstünüzde.
Vogue Hommes Japan
Kaç sezondur devam eden ''kıvrık paça'' modasında ise şeytanca planla yeniden kırmızıyı hayata sokabilirsiniz.  Kırmınızın gücü adına ! Göster çorabını, kanıtla coolluğunu.
GQ China // GQ Style China // GQ Paris // WWD
Hiç olmadı ''kırmızı çete'' kurun. Ortamın da en iyi giyinen ''buddy''leri seçilin. Biriniz kırmızı pantalon, diğeriniz kırmızı blazer.
Madame Figaro // Hercules
Kırmızının en şık ve dandy hali ise yukarıda.

Seçtiğiniz kırmızıyla dilediğiniz erkek olun.

2 Kasım 2011 Çarşamba

DOWNTON ABBEY

Sanırım senaryodan, oyuncu kadrosuna, set tasarımından, jenerik seçimine kadar esaslı ve oturaklı bir prodüksiyon uzun zamandır TV dünyasına pek uğramamıştı. Geçen biten ''Lost'' ardından 2010/ 11 sezonunda iki değişik yapım bu özelliği tanımlayana kadar: Game of Thrones ve Downton Abbey. İlkinin ülkesi belli, Amerikan yapımı, üstelik bağlı olduğu kanal HBO. Bir anlamda onlardan alışkınız böyle şeyer görmeye, yine de elbette görkemiyle beni titrettiğini itiraf etmem lazım.

Ancak ikincisi yani post'un mevzu bahisine gelecek olursak ''Downton Abbey'' adadan çıkma ve ITV yapımı. Aslında şu sıralarda S02E07yi seyretmek üzereyken burada diziyi tanıtmak değil, ancak özellikle bu sezonda bölümler ilerlerken görkemine hayran kaldığım dizinin beni bu denli heyecanlandırmasının sebeplerini sıralamak.

Dizinin yapımcısı Julian Fellowes'ın elinden her şey geliyor. Yapmak, yönetmek, oynamak ve yazmak. Bond serisi ''Tommorow Never Dies''da oynayan Fellowes ''The Young Victoria'' ve ''The Tourist''in yazarlarından. Kendisi aynı zamanda büyük ihtimalle yeniden ITV tarafından yayınlanacak olan ''Titanic'' dizisinin ve ''Romeo and Juliet''in yeniden çevriminin yazarlarından. Anlayacağınız üzre yüksek sınıf / burjuvazi / ''noble blood'' denen şeye sahip olan aileleri tasvir etmekte ustalaşmış biri. Belki de bu yüzden görgü ve davranış kurallarını karşı tarafa daha iyi geçirip aslında insan olmak ne de güzel şeymiş dedirttirebiliyor. Tabi tüm bunlar da ona yazarlık kategorisinde dizi ile Emmy kazandırıyor.

Utanarak da olsa dizideki Violet, Countess of Grantham'ın Maggie Smith olduğunu geç anlasam da dizinin ''komedi'' açığının onun kapattığını söyleyebilirim. Aslında tür tarihsel-drama, yani bu tür bir yapımda kimse komedi aramaz, ancak onun konuşma şekli, ince ince laf sokuşları, hele ki adab-ı muaşeret kurallarını çokca iyi bilmesi üzerine özellikle bu konuda eksik olan Isobel Crawaley (Penelope Wilton) ile her karşılaşmaları, ikisinin karşılıklı tatlı tatlı değil de biraz birbirini geçme ve sidik yarışı kıvamına dönen atışmaları ve her defasında Violet'in laf sokmaları/ ironileri -dediğim gibi- komedi olmamasına rağmen kahkahalar bile attırıyor.

Bir İngiliz yapımı olarak dizinin Amerika'da Emmy'lerde tam 10 dalda aday olup 6 tanesini kucaklayabilmiş olması ise beni ne kadar bahtiyar etmişti anlayamazsınız. Üstelik kazanılan ödüllerden biri kostüm bir diğer ise Maggie Smith'in oyunculuğu sebebiyleydi ve unutmamak lazım ki nasıl bir ''lady'' olunuru en iyi şekilde gösteren Cora, Countess of Grantham (Elizabeth McGovernKate Winslet karşısında ödülünü kaybetti. İlginç olansa, ya da sadece bir tesadüf, Cora da aslında Amerikalı bir karakter.

Dizinin beni kendine en fazla çeken yanı ise aristokrasiyi/ ''etiquette''i en iyi şekilde yansıtabilmesi, ancak bunu yaparken değişik mevkiden / politik arkaplandan karakterlerin de gelmesi ile bu kuralları eleştirebilmeleri ve bunu yaparken de birbirlerini ucuz şekilde eleştirmekten ve dalga geçmekten uzakta durmaları. Gösterişli kütüphane, yemek masası, onun etrafında oturma düzeni ve bu seremoniyi izlerken büyülendiğimi ise saklayamam elbette. Hele tabakların ve çatalların arasındaki mesafenin cetvelle ölçülme sahnesi ? Aristokratik / elitist bir çerçeveden uzak da olsa bu duyguyu yaratmaya çalışan Aşk-ı Memnu sanat ekibini hatırlayabilirsiniz aslında, her yemekten önce kıyafet değiştirme seremonisine giren Bihter kategorisini. İşte burada o hava yok, belki de dönem / ülke nedeniyle aslında kızlar bunu isteyerek / zorla yapsalar da içleri boş birer süs bebeği kategorisinde değiller, her biri sadece toplum için değil, kendi kendileri için bile yararlı olma çabası içine giriyorlar, elbet bunu I. Dünya Savaşının betimlendiği ikinci sezonda insanların / karakterlerin zorunlu olarak geçirmiş olduğu metamorfoz sayesinde daha iyi gözlemleyebiliyruz.

Kurallar ve ilişkiiler denmişken böyle bir dizinin senaryosunda aristokrasinin en merak edilebilecek yönü de belki evdeki çalışanların ve Crawley'lerin birbirleriyle ilişkisi. Özellikle Lady Mary ve Anna'yi izlerken birinin kıyafetleri daha gösterişsiz olmasaydı ikisinin kız kardeş ya da arkadaş gibi olduğunu anlayabilirisniz ya da tüm ağırlığına rağmen Violet'in evlerinde çalışanları rahat ettirebilmek pahasına son bölümlerde yaptıklarını görseniz. Belki de tüm bunları izlerken aslında alışageldiği üzre insanı bozan şeyin para olmadığını çok iyi gözlemleyebilirisiniz.

Lady Mary Crawley (Michelle Dockery) güzelliğiyle beni kendine hayran bıraksa da başlarda bir çekimser, bir istemem, bir istemem yan cebime koyumcu tavrıyla getgiller yaşasa da şimdi bir türlü elde edemediği Matthew Crawley aşkıyla beni kahrediyor. Tüm soğukluyla, gerçi son zamanlarda işe yarama isteğiyle yanıp tutuşması sebebiyle bir nebze olsa sempatimi kazanan Lady Edity Crawley (Laura Carmichael) aksine en sevdiğimn karakter Lady Sybil Crawley (Jessica Brown Findlay). İlk sezonda kendi yardımcısının şehirde gazeteci olarak iş bulmasına vasıta olan Lady Sybil, aile içinde de protest kadın olmaya devam ediyor. Savaş sırasında herkesten önce en başta ona gelen çalışma isteğinin yanı sıra politik olarak farklı duruşu ve bu tür mevzuları da konuşabiliyor olması en küçük kardeşi aynı zamanda en çekici de yapıyor. Tarz olarak olmasa da karakter anlamında 20lerin kadını doğmaya başlıyor böylece.

Görkemine hayran kaldığım bir diğer unsur ise kıyafetler. Her biri Couture kıvamında olan Viktoryen muhteşem elbiseler ve şapkaların yanı sıra o muhteşem smokinleri / takım elbisleri evdeki uşak/ bekçi olabilme pahasına bile giyme isteği uyandırıyorsa gerisini siz düşünün artık. İnci takılar ve kravatlar da yine dizinin en hip aksesuarları arasında. Robert Crawley, Earl of Grantham (Hugh Bonneville)ın giydiği takımlar ve Matthew Crawley (Dan Stevens) ile savaş zamanı giydikleri özel askeri üniformalar ile Burberry'i kıskandıracak trenchcoatlar. Dönem dizisi izlemenin en iyi yanları bu olsa gerek.
Downton Abbey British Vogue Spread
Dönemsel / tarihsel  drama olması sebebiyle üstelik şimdi Dünya Savaşı döneminde olmalarına rağmen elbette bir Pearl Harbour efekti beklemesek de her daim savaşta olmalarına rağmen en azından seferleri bile neredeyse yok sayan Muhteşem Yüzyıl akisne -gerçi benzetme yapmam bile yanlış ve komik olsa da- yok saymaması ise harika. Yine de dediğim gibi senaryuo / otyuncluk ve dekor -kostümte karşılaşmış olduğumuz görkem savaşma sahneleri için pek de geçerli değil.
Anlyacağınız izlemek için çok fazla sebep var your higness. Bence bu görsel şöleni kaçırmak istemeyebilirsiniz.

images via google.images.com

1 Kasım 2011 Salı

APOLLO BOY MAG: NO 15 || ULTIMATE STREET STYLE

November Sweet November...
Bu kasım gücünü aşktan değil sokakların ritminden alıyor ...
Ritm derken yepyeni albümler bu coşkuya katkı sağlayacak...
Sezonun hit dizileri öngörüldüğü gibi gerçekten hit'ler mi ?
Vizyondan Bloga ... Evimiz Hollywood'da ...
Apollo Boy Exclusiv: Serli Gazer Röportajı
Kasımda Blogging Başka

images via Nylon Guys editions