30 Haziran 2011 Perşembe

HAYATIM SINAV... HAYATIM MÜZİK

Şubat ve Mart ayları nasıl ki moda haftalarıyla özdeşleşmiştir, Ağustos çekilmez yaz sıcağının kaybolup meltemlerin esmesiyle ünlü olmuştursa Haziran ayı da biz Istanbul Üniversiteliler için fianllerin sembolü haline gelmiştir. Sakız gibi uzayan okul, kabak tadı vermeye başlayan dersler ve sulanmaya başlayan beynin ders notlarıyla verdiği imtihan. Ve her zaman ki gibi kötü gün dostumuz, canımız ciğerimiz playlistimiz.

Playlist dedimse korkmayın, yazın şunu dinleyin bunu dinleyin demicem, ben sınav çarlışırken ne dinledime lafı getiricem. Ay boyunca ''song of the week'' köşesinden de anlayacağınız üzere günde en az 5 kere olmak üzere ''S&M'' dinledim. Ama Britney'li remix versiyonu. Hatta hızımı alamayan ben şarkıyı, finalleri son gün çalışmaya çalışan öğrenci marşına da çevirmeye çalıştım, ne de olsa son dakika da çalışmak bizlere ayrı bir zevk veriyor.

Üniversite sınavlarına hazırlandığım yıldan beri, aynı zamanda ilk kez Yoga yaptığım zamandan beridir de dinlediğim bir albüm vardır. Sınavları asla müziksiz çalışamam ben diyenler için harika bir albüm. Uyku getirebilir, mayıştırabilir, özellikle de bahar dönemi sınavları zamanında.

Aynı albümü insan defalarca dinleyince de ''yeter be kardeşim'' yorumunda da bulunabiliyo. Burada ise imdadıma yetişen yer stereomood.com oluyo. (Ki hatırlatırım tee bu blogu ilk açtığımda da yazmıştım bu siteyi.)  Her seferinde dinlediğim playlisti paylaştıktan sonra ''vay be çok cool parçaları bir araya getirmişsin'' yorumunda bulunan insanları hayal kırıklılığına uğratsam da ortada olan bir şey var, editörler ciddi cool parçaları bir araya getirmişler. Diyeceğim şudur ki Reading ve Studying playlistlerini de gönül rahatlığınca dinleyebilirsiniz.
Daha önce ''Femme Fatale'' hakkında blogda yazdığımda sanırım ''I Wanna Go''dan pek de haz etmediğimi dile getirmiştim. Hoş hala pek sevmiyorum ve albümde videolanması gereken daha güzel şarkılar olduğu kanaatindeyim ama videosu çok hoş olmuş. Piritnimin çizgisi bellidir, Lady GaGa kadar uçarı şeyler bir kenara, ağzı açık bırakacak şeyler bile nadir gelir prensesimizdem, ama bu video olmuş sanki ! Yani çok beğendim, Madonna'nın yeni varisi midir bilmem ama tam da ölüm yıl dönümü zamanlarına yayınlanan videosundan Michael Jackson ''Thriller''a selam çakması bence 10 numero. Helal sana !

Ay başında, ay sonunu bekleyemem diye yazdığım parçalar arasına kendisini koymayı unutmuştum. Nil Karaibrahimgil, sanırım Türk Pop'unda benim için bir Candan bir Sertab bir de Nil vardır dinlediğim. Hala banyo yaparken ''XL'' söyleyip her yaz başında ''ben bu yaz bronzlaşmak'' diye çığırırım. ''Seviyorum Sevmiyorum''u ise tek geçerim. Yalnız bu seferki şarkının tadı bir ayrı. Hani böyle aşık olup dağlara taşlara haykırası geliyo insanın. ''Hakkında Her Şeyi Duymak İstiyorum''u her ne kadar da ''evet hakkında her şeyi duymak istiyorum ama sen istediğin zaman, çünkü o zaman daha içten olur'' olarak değiştirsem de ''aklımda hep yine görmek, yine öpmek'', ''sadece adını duymak istiyorum'' falanlarla kalbimin tam orta yerinden vurdu beni. Bir de böyle videosu cıvıl cıvıl olunca, insanın sevgilisyle kırlarda koşup öpüşüp falan filan yapası geliyor.

Neyse ay boyunca yazdığım diğer postlardan da anlaşılacağı üzere bu ay bir de en çok Smith Westerns ve ''Dye It Blonde''  albümünü ve Volga Tamöz'den sözlerini hala çözemediğim ''Şık Şık'', Rihanna'dan acıların şarkısı ''Man Down''u dinleyip durdum. Bknz. Ve son olarak Zaz. Hala ilk dinlediğim günkü kadar fazla dinliyorum. iTunes top 25 listemin ilk 3 sırasında o var desem, sanırım ne sıklıkta dinlediğimi anlamışsınızdr.

Sizlere geçtiğimiz ay söz vermeme rağmen hala bir Sophie Ellis ve Lady GaGa yazısı yazmadığımın da farkındayım. Temmuz'da umarım Beyonce ile bu seriyi tamamlayacağım. xoxo

28 Haziran 2011 Salı

KADININ FENDİ ERKEĞİ YENDİ

Anladığım kadarıyla kadınlardan korkulur, kadınlar hafife alınmamalı. Anladığım bir diğer şey var ise o da kadınların yönetim ve idare etme konusunda çok daha düzenli ve başarılı oldukları. Yani bilmiyorum her halde öyledirler, en azından gerçek hayatta da böyle bir ütopya vardır. ''Aman meclise kadın sokalım, bakanlar kadın olsun, yöneten kadın olsun.'' Ama sanırım hepsinden de öte kadının başka tür bir baskınlığı vardır. Aslında erkek ''dediğimi yaptırırım'' dese de kadın sinsice ipleri eline almasını başarıyor sanırım.

Geçtiğimiz hafta sonu vizyona giren ''Made in Degenham'' da bunu desteler gibi. 60ların sonlarındaki İngiltere. Ford fabrikasında eylemler var. Kadınlar özgürlük anlamında bir uyanış sürecine girerler, aslında onları özgür olma isteğine iten şey de erkeklerle eşit olma konusuyla gelen bir heyecan.

Fabrikanın 10da 1ni bile oluşturmayan kadınların erkeklerin maaşının yarısını almaları onları başta greve iter. Kırmızı giyen kadın metaforu ve sürekli lafı geçen ''Vogue'da gördüm'' muhabbeti filmin en ironik yanlarını oluştururken 60ların hippie / özgürlükçe ruhunu yansıtması da en beğendiğim diğer taraflarıydı. Heyecana gelip siz de kadınlar gibi sokaklara dökülüp onlarla beraber hakkınızı arama isteğiyle de iyicene coşabilirsiniz. Kısacası cinsel ayrımcılığa devrim gibi bir ayaklanmayla karşı çıkan bir grup Ingiliz Kadın.

Yer yer dramın da olduğu ancak komedinin eksik olmadığı ''Made in Degenham''ın aksine safi komedi ile bezenmiş François Ozon filmi olan ''Potiche''nin baş rolünde ise iki dev oyuncu yer almakta Catherine Deneueve ve Gerard Depardieu, bir de tanıdık bir isim daha: Jeremie Reiner.

Bu seferki hikaye ise 70lerin Fransasında geçmekte. Mekan olarak yine bir fabrika. Mevzu bahis ise eşinin egemenliği altında ezilmiş bir kadın ve şemsiye fabrikasında da işçilere pek de iyi davranmayan bir patron. Bir gün eğer işçiler isyan çıkartıp o adam yataklara düşerse ipler de kadının eline geçer elbette. İşleri yoluna sokmakla kalmayıp bir anda kendi kendine devrim yaratan kadın zamanla sırf kendi duvarlarını değil toplumunkileri de yıkmaya başlar. Devrim hikayesiyle paralel giden bir aşk ve o aşkın meyvesi hikayesi de komediye komedi katmakta.


Bahsetmek istediğim bir diğer film ise tıpkı ''Potiche'' gibi 30. Istanbul Film Festivali'nde gösterilen ''Crime D'Amour''. Baş rollerinde ise Ludivine Sagnier ve Kristin Scott Thomas yer alıyordu.


''Devil Wears Prada''nın daha karanlık versiyonu olarak nitelendirebileceğim film ise günümüz Fransasında geçmekte. Her hangi bir devrimsel hareket yer almasa da aynı şirket içinde yer alan iki kadının başarılarını ve mevkilerini çekemem hikayesi bize aktarılmakta. Birinin bir diğerini alt etme şekli ise pek de masumane değil, hatta biraz şeytanca bile denilebilir. İçinde biraz da ''The Good Wife'', suç ve gizem unsurları yer alan filmi bence kanıtları takip edebilmek adına gözünüzü bir an bile ekrandan ayırmadan izlersiniz.

26 Haziran 2011 Pazar

MOODBOARD: TABLODAKİ AŞK !

20. YY yazarladından biri olan Nobel Ödüllü Alman Herman Hesse'nin kaleminden çıkan ''Klingsor'un Son Yazı'' adlı novellası da 40lı yaşlarındaki ekspresyonist bir ressam olan Klingsor'un, bolca şarap, kadın ve resim düşkünü olan yaşamının son aylarına denk gelen yaz mevsiminde çektiği sıkıntılar üzerine odaklanmış. Hayatının son aylarını Italya'nın güneyinde geçiren ressamın hem Li Tai Pe adlı şairin mistik şiirlerinden hem de egzotik, doğulu Ermeni falcının sözlerinden hayata bakışını da takip edebiliyoruz ...

''Hayat şimşek gibi geçer
Göremeyiz bile,
Öylesine az sürer parıltısı'' 


Konu tablolardan açılmışken ... 30. Istanbul Film Festivali kapsamında gösterilen ve şansıma yapım ekibiyle aynı salonda beraber filmi izlediğim ''The Mill and The Cross''un hikayesi de bir tablodan çıkmıştı. Daha önce kısa bir şekilde Charlotte Rampling yazımda da değinmiştim zaten. Film aynı adlı romana ek olarak Pieter Bruegel'ın ''The Way To Calavary'' adlı eserinden de esinlenmişti. İsa'nın çilesinin konu edildiği filmde kareler ilerledikçe tablonun nasıl meydana çıktığını da görmüş oluyoduk.

Hikayenin anlatış şekli ve kameranın uzun süre belli bir sahneye odaklanması ile bizlere yağlı boya tablosuna bakar hissi veren film ise yine 30. Istanbul Film Festivali'nde izlediğim Andrei Tarkovsky filmi olan ''Andrei Rublev''di. Gerçi yine filmin 15. YY Rus Ressam (İkonaları resmeden) Rublev'in hayatı üzerine yoğunlaştığını yani konusun da yine resimle alakalı olduğunu belirtmeliyim. Film sonunda epilogue kısmında Rublev'in işlerini görmemizin yanı sıra filmin Orta Çağ Rusya'sını, sanatçı olmayı ve özgürlük gibi kavramları sorgulaması nedeniyle bence günümüz Türkiye'sine uzak olmayan temaları işlemesi sebebiyle seyredilmeli.  
Pieter Bruegel // The Landscape with The Fall of Icarus

Son olarak bir şiirle tamamlayacak olursam yazıyı, Amerikan Modernist ve Imagist şailerden biri olan William Carlos Williams da ''The Landcape with The Fall of Icarus'' adlı şiirinde çıkış noktası olarak Pieter Bruegel'in tablosundan yararlanmıştır. Zaten şairin de yine Flemenk ressamın diğer şiirlerinden etkilenerek yarattığı şiirlerin toplandığı bir kitabı da vardır. Elbette her iki işin de çıktığı nokta Yunan Mitolojisidir. Uçabilme yetisinin verdiği heyecanla babasının verdiği öğüdü unutup balmumundan yapılan kanatlarıyla güneşe yaklaşan Icarus kanatları eriyince ikinci uzak durması gereken yer olan suya düşer..

Pieter Bruegel // The Way To Calavary (The Mill and The Cross)

Olayı modaya da bağlamak gerekirse son kampanyasında Christian Louboutin de fazlasıyla yağlı boya tablolarından feyz almışa benziyor.

Sanatın her yönüne değindiğime göre müzik de bence bundan nasibini alırsa fena olmaz. Gwen Stefani'nin ''L.A.M.B.'' albümünde yer alan ''Cool''un videosu da bana hep tabloları hatırlatmıştır.

24 Haziran 2011 Cuma

THE FEAR AND THE LOST MANHOOD IN ‘’MEEK’S CUTOFF’’

writers's block yaşamıyorum, ama writer's tembelliğini yaşıyorum. ben de blog boş kalmasın diye, vize sınavım için hazırladığım ödevi sizle paylaşmak istedim. bunun bir de final ödevi versiyonu var, onu da haftaya paylaşırım. film aynı zamanda 30. istanbul film festivali kapsamında da gösterime girmişti.

Beginning in medias-res Kelly Reichardt’s latest movie ‘’Meek’s Cutoff’’ depicts a western themed journey ‘’a road story’’ which took place in late 19th century.

Through the movie we are shown the male-dominant Puritan American society’s look on the opposite sex’s position and to the ‘’so called neighbours’’ Indian community. Actually, the plot is based on three different characters; a white, blonde woman; a naked, savage Indian man and an arrogant, streotypical white man. With focusing on those characters, reading the scenario or watching the movie from the Freudian perspective might be possible.
In the middle of the journey a ‘’savage’’ Cayuse Indian suddenly meets those White Americans. Despite the fact that ‘’redman’’ does not give any harm to the people, especially to the women, the explorer of the group Stephen Meek gets suspicious about the outsider, so on this level  Meek represents the classic thoght:   ‘’Be cautious against –the others- ! ’’ As the idea is always there, somewhere in the mind, probably in the most repressed zone. ‘’The unknown hurts you’’.  Yet, sometimes people cannot know where the danger might come from. Just like in this case, people in the wagon at last brings the end of the journey.  It is apparent that some not good in following the ultimate motto: ‘’love thy neighbour’’.

However; this repressed idea of Meek or this fear strikes always him back. He with telling fearful stories about Indians and acting like a macho man, satisfies his ego, as somewhere in the mind, something about the past is repressed.  That is why he constantly wants to kill the Indian, only for comforting his  ego. This may actually refer to the ‘’double of the self’’, becuase we see that both  the Indian and Meek try to help to the wagon. Despite this, Emily Tetherow, at last, chooses to belive to the stranger rather than Meek himself, which also gives harm to the Meek, nevertheless with killing Indian, he will make one part of himself again more dominant on the others. (People at first believed him, that he could take them to the final destination in 2 weeks, but it had been 5 weeks and stil they were somewhere in the desert.)
The attitude of him towards the Indians is the same with the female characters especially with the Mrs. Tetherow who, though in vain, wants to help to the Indian. In a way, she deals with the subject in her own way, in a feminine way. Therefor, basically this hurts Meek more. As his method is less helpful.
In short, the female character of the movie Mrs. Tetherow and the Indian man unites and damages Meek’s ego. In other word the role of the female gender and the boundries of her characters blurred, which horrifies  men. Whether the belittled female gender would take the role from men’ hand or not. The new woman portrayed here is no longer an object. To some extent this woman might arise the fear of castration in Meek and may be in other male characters, too. In fact on the poster of the movie we see that Mrs. Tetherow holding the gun herself. Basically, it shows that she just has taken the control. ‘’The penis is in her hand à the castration of Meek’’.

On the other hand, mostly Mrs. Tetherow, acts like a super-ego of this little community. She always controls the characters. She is one of the first person among the passengers who said, it could be wrong to kill the Indian. (Even we may think Meek as id, and the others in the wagon as ego).
Indeed, here the director herself destroys the classic view towards the ‘’western movie’’. Female character acts like a man, in a male-dominant industry and this depicted us through a female director’s vision. -It might me too shalow- But this well-done movie might also arise some fears to male directors shooting western movies. Yes, Miss Reicherdt is the new fear object for them.
Another point is that, even though it  may be quite normal, Indian guy does not speak any English word, besides does not even try to get in contact with the Americans, neither with gestures and sign language nor with carving something on the rocks. Thus this also hinders us to know his name. He is complete stranger to both us and them, he is an ‘’other’’ for us, as well. He is just an orinary ‘’Indian’’ just like a yellow bush in the desert of the Oregon, no spesific feature or name. He is just like an object. He is effortless even in defending himself, actually he might know that he is a kind of ‘’uncanny’’ figure for them and so he also figures that it could be futile to change someting. As ‘white-man’’ is pretty stirct and obstinate to change his viewpoint, to make the repressed free and to fight with the idea, to make it familiar to himself. The idea is that: ‘’They are, living as savages and they always hurt us’’.

The vast and virgin land may symbolizes the unknown or even dangerous sides of the brain. This is like totally white, which arises horror in people’ mind. They are in the middle of nowhere, everything may happen.
Ultimately, throughout the movie we confront with a journey, a group of Americans going through the Oregon but totally in vain. Destination unknown, mission uncomplished, as I stated beforehands the movie starts in the medias-res and ended just like that. Like ‘’The Road Not Taken’’. Or ends up just like a Hemingway story, with full of ambiguity and ends in the middle, what might happen next is totally unknown!  Vast land, whether they are going to West, East, South or North. But the only exaxt thing that remins totaly explict is the characters, their relaitons, their thoughts and the feelings that effected each other. 

16 Haziran 2011 Perşembe

HANNA !

16lık bir kızı o kadar da hafife almayın !

Geçtiğimiz hafta sonu vizyona giren ''Hanna''nın başrollerinde Eric Bana (Munich, The Other Boleyn Girl, My Father, Romulus) Cate Blanchett (The Elizabeth, Benjamin Button, Lord of the Rings) ve Saoirse Ronan (Atonement, The Way Back) bulunuyo. Elektro, mystic dans parçalardan oluşan film müziklerinde The Chemical Brothers imzası yer almakta. Yönetmen koltuğunda ise üçüncü filmini çekmiş bulunan Joe Wright var.

Klasik, toplumdan uzakta özel yetiştirilmiş kız hikayesi ve iyi karakterler tek başlarına olsalar da başlarına üşüşen milyon tane kötü adamı yener temalı klişeler karşımıza çıkmış ve gayet tekdüze ve sıradan bir hikaye anlatılmış olsa da filmin akışı ve işleyişi sıkmayan cinsten. Belki de sıkmamasının nedeni yavan aksiyon hikayenin daha fazla masalımsı bir şekilde bizlere aktarılmış olmasıdır.

Sadece bir düğmeye bastıktan sonra hayatları değişen baba- kızın (Bana- Ronan) peşinde ise demir gibi bir kadın bulunmakta. Tabi ki de Blanchett. Hanna getirildiği merkezde, yıllardır, babasının onu yetiştirdiği taktiklerle onlarca adamı alt ettikten sonra kaçar ve kendini çöllerde bulur. O sırada karavanlarıyla seyahatte olan bir aileyle tanışan Hanna daha sonra onların peşine takılarak Fas ve Ispanya'ya geçip sonunda Almanya'daki hedef noktası Grimm's Haus'a ulaşır. Tüm bu yolculuk sırasında ise kedi-fare oyunu aksiyonlu bir şekilde ilerler.

14 Haziran 2011 Salı

SİZİN YERİNİZE BEN DÜŞÜNDÜM !

Az sona okuyacağınız yazı safi sıkıntından sonra ortaya atılmış bir tezden ötesi değildir.

Sizin yerinize ben düşündüm. Geçen düşündüm taşındım ve şu kararı aldım.  ''Spice Girls yerine Spice Boys diye bir grubumuz olsa nasıl olurdu?'' Her halde müzik tarihinde adlarından en fazla söz ettiren girl band'lerden birini bu şekilde sırf düşünen ben değilimdir. Ablam sayesinde 90ların tam ortasında, ki bu 5 ve 6 yaşlarıma denk gelir, Amerikan dizilerinden tutun da yabancı şarkıcılara kadar eğlence dünyasında yer alan bütün ikonik şeyleri kaçırmadığım için de kendisine şükranlarımı sunarım. İkonikleşmiş şarkılardan biri de ''Wanna Be''dir sanırım. Haftalarca ya da aylarca o zamanın en havalı countdown progarmı ''Number 1 Pepsi Mega 5li''de liste içinde kalmıştı. İşte yeniden bu şarkıyı dinlerken de bu parlak! fikir geliverdi aklıma.

Neyse kısa bir Spice Girls tarihinden hemen sonra geçelim Scary, Sporty, Ginger, Posh ve Baby Spice Girls'ün erkek adaylarını tanıştırmaya.

Scary'yle başlayalım ha ? İlk aklıma gelen isim kesinlikle Lil Wyne. Vücudu dövme, dişleri de altın kaplı olan bu adam tıpkı Moby Dick romanından kaçmış doğulu mystic figür Fedallah ve Queequeg gibi. Ateltik yapılı olmasından ötürü de hızlı dans edebilir. Pop şarkılarının içine rap de yerleştirerek şarkıyı mahvedebilir ama bu da Spice Boys'un kariyerini tehlikeye sokmak demek.

Sporty için aday kesinlikle Justin Timberlake. Aşklarıyla gündemden düşmeyerek grubu için ciddi bir promosyon kaynağı sağlamasının yanı sıra hepimiz hala hatırlıyoruz ''Cry Me A River''daki dans hareketlerini di mi ?

Ve Posh. Şarkıları defilelerde background parçası olarak çalıyo. Kendisi front-rowda A list cool konuk olarak boy gösteriyo, tasarımcıların en havalı parçalarını giyiyor, üstelik seçtiği parçaların kadın ya da erkek kolleksiyonlarından olmasına pek de önem göstermeyerek. Evet Kanye West'ten bashediyorum tabi ki de.

Baby Spice için bence adını yazmaya bile gerek yok. Evet evet. Anladınız siz onu Justin Bieber. Üstelik dikkatinizi çekerim iki Justin'imiz oldu. Justin T ve Justin B. Tıpkı Mel B ve Mel C gibin.

En zor kısma geldik işte Ginger Spice. Androjen La Roux'yu erkek diye sokarız araya diyorsanız benim daha güzel bir önerim var. Patrick Wolf'a ne dersiniz ? Ginger olması yeterince artı değer değilmiş gibi alternatif duruşuyla da gayet cool bir profil çizebilir ve Spice Boys'u farklı kulvarlara da taşıyabilir. Ayrıca adadan çıkmış gruba da en azından bir Brit kanı lazımdı sanırım değil mi ?

That's how James Mayer sees the topic ! Canım sıkıldıkça yeni deneylerde bulunabiliriz bence.

PS. Photoshop falan bilsem daha güzel bir şeyler hazırlayabilirdim.

Bu da video of the day olsun.

10 Haziran 2011 Cuma

BRING INDIE SPIRIT BACK ! THE SMITH WESTERNS

Tembelliğin dibine nasıl da vurduğumun kanıtıdır bu post. Bir albüm tanıtım yazısı nasıl da resimli post'a dönüşür diye düşünenlerdenseniz, hiç merak etmeyin. Yaptım, olacak.

Amerikalı Indie- Rock grubu Smith Westerns ''Dye It Blonde'' adlı albümlerini geçtiğimiz Ocak ayında yayınladılar. Mainstreem listeler kapsamında pek de başarı elde edemeseler de Alternative ve Indie listelerin ilk 20sinde yer alıp Billboard Heatseekers Top 50 listesinde de zirveye oturdular.

Albümün açılışıl parçası ''Weekend''. Tam da cuma günü yayınlamak için hoş olur sanırım. Gerçi ''weekends are never fun'' diyerekten ''nassı yani'' dedirtse de hepimiz pazar günlerinin ne kadar sıkıcı olduğu konusunda hem fikiriz sanırım.

Albümün en can alıcı şarkılarına gelecek olursak ''Dance Away'', ''Only One'', ''Imagine Pt3'' ki şarkıda şöyle can alıcı bir söz de geçmektedir ''Ohh can't you see what you're doing to me?'' ve ''Smile''. ''I should have realized life is such a joke'' diyerekten hippster abiler yine gerçekleri yüzümüze vurmaktalar. Ardından da ''Yeah It's a waste of time, but sun still shines'' diyerekten böyle sanki kara günlerin ardından yazılmış Brit Romantik Şairlere selam çakar gibiler. Ve ''Dye It Blonde''un en mükemmel şarkısı. Ki daha önce bahsetmiştim. (tık) ''All Die Young''.

All die young
When love is love and you are young

Tam da havalar ısınmışken kışın bolca Patti Smith okuduktan sonra, yaşadığımız hayatın boktanlığından dem vurmuşken ''Into The Wild'' kafası yaşamak isterken bu albüm ilaç gibi gelebilir.

Albüm  hakkında fazla bir şey yazmayacağımı belirtmiştim. Albümün ağzımda bıraktığı tada uygun fotoğraflar da bulmuşken photo post olarak devam etsin o halde bu yazı. Paylaşıcağım bütün fotoğraflar da yeni keşfettiğim muhteşem bir blogdan. http://fyeahhippies.tumblr.com/

8 Haziran 2011 Çarşamba

SWIMSUITS ARE THE NEW BLACKS

Yaz bavullarının olmazsa olması mayolar. Sahilde en çekici olmak için, kendinizi yüzerken rahat hissettmek için, daha da önemlisi fazlalıklarınızı kapatmak için pek de fazla şansınız yokken alışveriş sırasında sizi en fazla zorlayan parça: Mayo.

Benim seçimim aşağıdaki görseller arasında yer alan ilk H&M mayosu. Minik de bir hatırlatma. Aynı mayodan  -ki D&G çakması- hem Zarada hem de H&Mde bulunmakta. H&Mdeki fiyatla iki mayo + 1 t-shirt alabilirlen Zara'dan sadece mayoyla dışarı çıkarsınız.

2011 Yaz Kapmyanları'nda Mayolar.
Armani Exchange
Paul Smith
Tam Tam
Calvin Klein
Calzedonia 
H&M
H&M
Calzedonia
Geçtiğimiz sonbahar blogda full ''Menswear Spring / Summer'' coverage yapmıştım. Defilelerde hem slipler hem şort mayolar mevcuttu. Bakalım sizin seçim hangisinden yana ?
Michael Bastian
John Bartlett
Daha fazlası için
tık.
tık.
tık.

images via. fashionsito

7 Haziran 2011 Salı

GÜNEŞ KADAR SICAK... DALGA KADAR SERİN

Aşağıda paylaştığım görseller aslında hepinizin iştahını kabartmakta biliyorum. Hayır ben kötü değilim, en az sizin kadar onlara bakıp iç geçiriyorum. Üstelik henüz finallerim başlamadı bile, yani yaz tatilimin başlamasına çok var. O halde hayattan bi' kaç dakika çalıp fotoğraflara bakıp kendinizi oralarda hayal etseniz çok iyi olur. Belki de bunlara baktığınızı gören patronunuz kafanızdan aşağıya buz gibi bir su döküp sizi ferahlatmak ister ?

Son 3 senedir blog aleminin içinde olduğumdan yazın fazla uzun yazıların okunmadığını da biliyorum. Dolayısıyla şimdi az kelime çok foto politikasını da başlatıyorum.
images via, tfs. various vogue shoots

3 Haziran 2011 Cuma

THREESOME LOVE

Son günlerde izlediğim/ dinlediğim öyle güzel 3 video / şarkı var ki buraya yazabilmek için ay sonunu bekleyemezdim.

Ekşi'den okuduğum kadarıyla Hande Yener, Mirkelam ve Mustafa Sandal gibi isimlerle çalışan Volga Tamöz bu sefer kendi şarkısını yapmak istemiş. Oldukça yerinde bir karar verdiğini de Murat Dalkılıç ve Hepsi'nin de içinde yer aldığı şarkı ''Şık Şık''ı dinledikten sonra anlayabiliyorsunuz. Demet, Serdar ya da Bengü tarzı isimleri takip edip dinlemem (dinleyene de iyi gözle bakmam) dolaysıyla Türkiye'de bu yazın hiti kimden çıkacak bilemiyorum ama kesin olan bir şey var ki içinde Simay Bülbül ve daha bilimium cool insanların yer aldığı party temalı videoyu izledikten sonra elinize içi bira dolu plastik bir bardak kapıp ''home party'' olsa da eğlensek diyebiliteniz mümkün. Şaka bi' yana cidden sallar bu şarkı ortalığı. Yıklılıyoooo; Volga'dan.
İkinci video Türk Rockerlarını Vodafone için bir araya getirmiş. Şebnem Ferah, Aylin Aslım, Haylo Cepkin, TNK ve Badem. Vodafone'un amacının ne olduğunu bilmiyorum, ancak şu ana kadar yaptıkları en iyi reklam kampanyasını ve jingleını hazırlamış oldukları da su götürmez bir gerçek. Tam da yaz gelmişken ''Özgürce Yaşa'' mottosunu hayata geçirmek pek mantıklı.
Son zamanlarda pek de temalı video izleyemez olmuştuk. Belki dans, şık görüntüler, ağzımızı açıkta bırakacak sahneler mevcuttu ama hikayesi olan videolarla pek de karşılaşamıyorduk. (Lady GaGa neyse ki bu açığı kapatıyor). Her neyse, son Rihanna videosu ''Man Down''u izledikten sonra beynimden vurulmuşa döndüm desem yeridir. Sahneler gözümün önünden gitmiyor, daha da ilginci, hiçbir video için 4-5 dakika boyunca başka bir şey yapmadan youtube karşısına geçmeyen ben şimdi siteyi kapatamıyorum. Değişik bir tılsımı var sanırım.