29 Kasım 2012 Perşembe

TAVIR MI? TARZ MI? TEKRAR MI?

Alanı fark etmez ancak -özellikle- sanatçıların yaptıkları işlerde belirli bir "DNA" vardır. Peki sanatçının karakterinden beslenen bu işler onun tavrını mı ortaya koyuyor, yoksa tarzı belirli bir süre sonra sıkıcı bir tekrara mı dönüşüyor?


Belki diğer dallara girmek biraz riskli olabilir, ama moda fotoğrafçılığı belki de bu konu için en güzel örnek olabilir.

Bruce Weber ile başlayabiliriz mesela. Moda dergilerinde yer alan en romantik ve en hippie kareler ondan sorulur. Gündelik kıyafetleri de yine post-modern berduşlar gibi. Onun yakalamış olduğu çıplak kareler her ne kadar seksi olsa da romantizm ve yumuşak dokunuş ön plandadır. Grace Coddington "The September Issue"da fotoğraf karelerinin çok da fazla net ve keskin olmaması gerektiğini söyler. Weber'in işleri de biraz böyledir. Onun fotoğraflarında hep bir doğaya karışma, doğaya kaçma vardır. Siyah, beyaz dokunuşlarla kumsallar, rengarenk kıyafetlerle piknik havaları. Herkes eğleniyor. Herkes neşeli.
Üstte Amerikan Vogue Ağustos. Altta İtalyan Vogue Ekim. Ve Selfridges için çekmiş olduğu Christmas videosu.

Annie Leibovitz de bir bakıma Zümrüt ya da ailemizin fotoğrafçısı tadında. Dergiler portfolyo çekimleri için genelde onun kapısını çalıyor. Ya da portre çekme konusunda Leibovitz'in eline kimse su dökemiyor. İşlerinin müdavimi ise Vanity Fair. Group shot kapaklar genelde onun eseri. Ya da dergilerde portre yazılarına eşlik eden açılış görsellerinin kredilerinde onun ismini görmeye alışkınız artık.
 Kuşkusuz bu kare tüm zamanların en ünlü ve bilindik kapağı. Vanity Fair Ağustos 91 kapağındaki Demi Moore ve Leibovitz ortaklığı daha sonra birçok fotoğrafçı, editör ve ünlü isimle beraber defalarca taklit edildi.

Hans Feurer'i anlatmak içinse Vogue Türkiye'nin onunla beraber yapmış olduğu çekim sonrasında attığı tek bir başlık yeter."Esne Genişle." Sportif formlar ve hareketli yaşam onun karelerinin vaz geçilmezleri.
Her iki kare de Vogue Paris.

Camilla Akrans ve Koray Birand ise sürekli aynı kadının peşinde. Gizemli bahçeler. Aşk. Tutku. Göğüsler fora. Saçlar havada. Dudakta kırmızı ruj. Duruşta baştan çıkaran cazibe. (Yeri gelmişken ufak da bir not Birand'ın bu ayki Bazaar Türkiye çekimi ayın en iyisi.)

Ötelerde bir yerde bir de Tim Walker. O daima doğada. Stüdyoda olduğu zamanda kullandığı gotik dokunuşlar yeniden bizi karanlığa götürüyor. (Bknz. Marion Cotillard ve Jennifer Lawrence ile W kapak çekimi.) Şamanlar ve bozkırlar onun marifeti. Tim Walker harikalar diyarından ayrılmayı sevmezmiş gibi en güzel masalları anlatırken daima hip ve indie olmayı da başarıyor. Moğol diyarlarından selam var. Maceralarda inecek var.
Üstteki İngiliz Vogue Aralık 2011. Alttaki İngiliz Vogue Aralık 2012

Steven Klein ise karanlık sularda. Weber gibi onun da portfolyosu çıplak karelerle dolu. Ancak bu sefer daha koyu. Daha kışkırtıcı. Daha seksi. Ve daha çirkin. Calvin Klein'in son parfüm ve renkli iç çamaşırı reklamlarını hatırlayın. Ya da Interview'daki Brad Pitt'i. W'nun 40. yıl sayıları. Weber'in aksine hiçbir kare yumuşak değil. Çizgiler net. Renkler keskin. Duygular vahşi. Ya da sırf Madonna demek her şeyi açıklıyordu zaten.
Üstte Vogue Paris, Altta Interview

Mario Testino ise artık çok sıkıcı. Steven Meisel her ay Vogue Italia ile beraber görkemli işlere imza atarken Mert& Marcus hala seksi. Biraz da "Yalan Rüzgarı" tadında. Inez & Vinoodh, Alt önderliğinde kimlik karmaşası yaşarken son zamanların yeni süper ikilisi Sean and Seng'in imzası editöryallere eklenen hayvanlar. Cüneyt Akeroğlu ise gücünü Ece Sükan'la birleştirdiğinde en az köfte-patates kadar lezzetli. Kalem etek, beyaz gömlek kadar uyumlu. Terry Richardson ise ... marifet "Me as Terry" pozu vermekte. Are you cool enough?

Kapanış ise Juergen Teller'dan. Belki de en keskin net tavra sahip fotoğrafçı. Vivienne Westwood ve Marc Jacobs'un kıyafetleri onun karelerinde daha fazla anlam buluyor. Masalsılığı ise Tim Walker'la yaraşır cinsten. Ancak onun kadar masum değil. Sezonun en konuşulan kampanyası Celine de onun elinden çıkma MJ'in Bang'i de. Kullanılan renkler biraz 70ler Fransız ekolu. Biraz saçma. Biraz entel. Hafif bir Wes Anderson dokunuşu. Sofistike ama çılgın.
Üstte Flair October cover. Altta Westwood kampanyası.

Başta sorduğum sorunun cevabı mı peki?

17 Kasım 2012 Cumartesi

ŞEHİRLE RANDEVU

Heniz İstanbul'un diğer önemli büyük film festivalleri kadar promosyonu çok fazla yapılmadığından kısmen de olsa gizli saklı kalmış festival Uluslararası Randevu Istanbıl Film Festivali 15. kez şehre dönüyor. Diğer festivallerin aksine pek de haberimiz olmayan yönetmenlerin hikayelerini bizlere sunmasından ötürü içten içe sevdiğim festivaldir. Üstelik bu sene festival salonlarında artış da olmuş. Bu pek şahane bir haber.

Festival 14-20 Aralık'ta. Resmi program açıklandığında görüşmek üzre.

Festivalle ilgili haberler için de şuralara göz atabilirsiniz.
Twitter, Facebook, Web

10 Kasım 2012 Cumartesi

NET TAVIR SAHİBİ BİR AİLE: THE CRAWLEYS

"Downton Abbey" ilk sezon ardından bizleri bolca dönem kıyafetleri ve aşağıdakiler-yukarıdakiler meselesi üzerine  konuştururken ikinci sezonda dönemin en çarpıcı olayı Dünya Savaşı'na dikkatleri çekmişti. Geçtiğimiz pazar yayınlanan bölümüyle üçüncü sezona nokta koyan* ITV dizisi belki de ilk defa senaryosunun görkemiyle karakterlerin oyunculuklarına göz atmamıza imkan tanıdı.


Sezon boyunca her karakter kendi yıldızını parlattı desem saçmalamış olmam. Julian Fellowes'un senaryosu odak noktasını her bölümde başka bir karakter üzerine çekerek her birinin de ayrı ayrı yıldız olduğunu vurguladı. Üstelik alt kattaki ya da üst kattaki diyerek ayrım yapmadan. Takınmış oldukları tavırla aslında hepsi de kendi markasını yarattı. 
Sezonun ilk bombası aynı zamanda dizinin bugüne kadar başına gelen en güzel olayıydı da. Lady Mary ve Matthew'ün evliliğini sıkı Downtoner'lar olarak en baştan beri bekliyoduk. Dönemin en zarif gelinliği ile merdivenlerden aşağıya süzülen Mary'i bence kimse reddedemez. Tamam evlenmeyecekler bile onunla kol kola yürüyerek kiliseye girmek isteyecektir demek daha doğru olabilir. Dizi sezon boyunca adeta 4 nikah 1 cenaze modunda ilerledi. Ablası kadar şanslı olmayan Lady Edith'e ise düğün başlamadan hemen önce kilise mihrabında amiyane tabirle tekme basıldı. Edith bir kez daha Abbey'deki en çirkin ve şanssız kız olduğunu kanıtlarken umutsuzca ablası Mary'nin eteklerini çekiştirerek onunla gerçek bir abla-kardeş olmak istedi. Edith'in bu zavallı ve çaresiz isteğine karşı Mary tüm coolluğuyla "Avucunu yalarsın!" demeden geri kalmadı. (Net tavırlar ve gözü karalık göz önüne alındığından belki de Mary ve Sybill en favorilerimdi.) Tüm bu çekişmeler dizideki her anı daha da zevkle seyretmemiz konusunda ise gazı veriyor. Çok nadir de olsa aslında bir Downton-er'ın tavrını terk ettiğine de tanıklık ediyoruz aslında Edith'in bu halleriyle.

Drama ve ağlaklık konusunda dizi 3. sezonun 5. bölümünde climactic ana ulaştı. En sevdiğim Donwnton kızı Lady Sybill hamileliği sonucunda hayatını kaybetti. Göz yaşları sadece öldüğü için akmadı, ölüm anından hemen önce hasta yatağında sergilediği performans nedeniyle de içimi titreticek kadar beni kendimden aldı. Maggie Smith'in oyunculuğundan ise zaten şüphe duyulmaz. Hatta o ne büyük oyuncu öyle! Hatta torunu Sybill'in ölümünden sonra yalpayarak malikaneye girişi ve yürürken zorlanması dizinin dramatik boyutunu üçe beşe katladı. Sanırım o sahne sadece DA içerisi değil bugüne kadar izlemiş olduğum dizi / filmler arasında beni en fazla etkileyen sahne oldu. Dizinin en büyük tavrı da yapımı dramatikliği sömürme yoluyla değil de "kalite bizim işimiz" mantığıyla devam ettirmesi bu arada.

Elbette Dowager Countess of Grantham sadece bu anla değil ekranda göründüğü her anla beni büyülemeye devam etti. Hah tabii bir de "Maggie Smith, ohh Maggie Smith! Sen ne yüce bir oyuncusun!" dememe neden oluyor. 2 sezon boyunca Isobel'le tatlı atışmaları bu sezon başında bir tık daha arttı. Zira kendisine dişli bir rakibe gelmişti. Cora'nın Amerika'da yaşayan annesi Shirley Maclaine. Maclaine sahip olduğu tavırla genç Amerika'yı ve yenilikleri temsil ederken Dowager eski Avrupa'yla geleneksel tavırları sembolize etmeye devam etti. 

Alt katta konan tavırların ise üsttekilerden bir farkı yok. Her biri kendi yolunda ilerlerken takındıkları tavırla kişisel romanlarını yazmaya adaylar. Thomas'ın yeni gelen uşağa karşı olan umutsuz aşkı.. Ailenin ve diğer hizmetçilerin bu aşka karşı olan tavrı ise dönemin bakış açısı ve kişilerin karakter özelliklerini yeniden gözler önüne seriyordu. Her daim favorim Daisy'nin aşktan yana bir türlü gülmeyen yüzü, onun yanlış erkeklere aşık olması ve yanlış erkeklerin ona aşık olması, tavrından ödün vermeden erkeklere yüz vermeyişi ise bir başka Jane Austen romanı gibi. Ve sanki tüm yük onun omzundaymış gibi acıyarak izlediğim Mrs. Patmore. Onun Mrs Hughes ile olan samimiyeti göz doldururken Mr. Carson takınmış olduğu soğuk ve bilmiş tavırla her daim bir adım daha ileriden gözetlemeye devam etti olan biteni. Ayrıca net tavrından dışarıya hiçbir zaman vaz geçmediğini gösterse de kendi içinde buna yenik düştüğünü gördük.
Kısacası her biri farklı karakter her birinin tavır kendine özel. Downton Abbey eşi benzeri görülmemiş bir costume drama kalitesinde ilerlerken karakterler de çoktan adlarını unutulmaz roller listesine yazdırdı bile.

*Dizi tıpkı geçtiğimiz sezon olduğu gibi Aralık ayında "Christmas Special" bölümüyle geri dönecek. Yeni sezon içinse elbette gelecek sonbahar için gün sayacağız. 

4 Kasım 2012 Pazar

BASIC vs CLASSIC

The New Yorker; New York Fashion Week nedeniyle geçtiğimiz ay yayımladığı sayılardan birini modaya adamıştı. Dergideki konulardan biriyse eğlencesi ve ironsi eksik olmayan "Test Your Fashion IQ" kısmıydı.

Basic ve classic'in farkını tartışmak ayrı bir konu ancak en temel ya da en klasik kıyafetlerin kişiye net bir tavır kazandırığı belli. Tavır, tarzdan da öte. Peki o en temel ihtiyaçlar nelerdir. 
Levi's, Ray Ban, Converse, Zara
 Dockers, H&M, Timberland, Jansport
Zaten klasik eğer smokin vb. kıyafetleri kapsayan klasik giyimi kapsamıyorsa klasik olanlar en temel, en temeller de daima klasik değil midir? 

2 Kasım 2012 Cuma

SAMANLIKTA N'APILIR?

Samanlıkta neler yapılır neler? Boşuna üstüne atasözleri yazılıp bir kuşağın değişik türdeki filmlerine ilham vermemiş. Ancak her nasıl olduysa bu sezon fotoğrafçıların da ilgisini çekmeyi başaran samanlık manzaraları Orta Batı Amerikalı indie band'lerin albüm kapaklarından sıyrılıp mainstream moda dergilerine doğru sınıf atladı. Vogue'dan Pop'a, Bazaar'dan Another'a kadar birçok editör, fotoğrafçı ve model doğal hayatta kurulan sete doğru yolculuğa çıktı. Basılı şekilde dergilerde karşımıza çıkan bu görsellerin her biri de samanlıkta çekilse de bana farklı kitapları, filmleri ve hisleri çağrıştırdı.  

David Bellemere, Geraldine Saglio ile gücünü birleştirerek Anja Rubik'i gündüz güzeli kılığına sokarak arzu nesnesi yapıyor. Biraz da 70lerden kalma Playboy modelleri havası tabii. Kasım; Vogue Paris.
Bu sefer samanlıkta bekleyen kişi Rihanna. Elbisesi nedeniyle daha klas olduğunu iddia etse de "alev alev yanıyorum" diye bağırıyor. İkinci kez Amerikan Vogue'a kapak olan Rihanna'yı fotoğraflayan isim yeniden. Annie Leibovitz.
Indie moda dergisi Lula'nın Sonbahar / Kış sayılarında yer alan bu kare Ellen Von Unwerth'e ait. Üsttekilere nazaran daha masum kaçan kareler ilhamını ''Oz Büyücüsü''nden Dorothy'den almış gibi.
İzlanda'nın kurak volkanik bölgesinde yer alan bu bölge ise İngiliz Vogue'unun kasım sayısında verdiği ekteki editöryale ev sahipliği yapıyor. Daha fazla Orta Batı Amerika'yı çağrıştıran bu kare sanki çekimleri az sonra start alacak ''The Killer Inside Me''ye gönderme yapıyor.
Yeniden şekillenen İtalyan Flair'in bu sayısındaki kapak kızı hamile Maricarla Boscono. Fotoğrafçıysa kredisine bakmadan bile çözebileceğiniz Juergen Teller. Editöryal başlığı Madre Terra. Dergi anlaşılan Demeter'e selam etmiş. Fotoğraf da zaten buram buram bereket ve bolluk kokmuyor mu?
Dean Podmore imzalı bu kare de Russh'ın Ekim/ Kasım sayısında yer alıyor. It’s The Distance Between Us And The Space Inside Ourselves başlıkle editöryalde sanki genç kızımız erkek arkadaşıyla kasabadan uzaklaşarak güzel pazar öğlenini fotoğraf çekmeye adıyor. 
Russh'ta yer alan başka bir editöryal model yeniden samanlıklarda. Daha fazla Özgür Kız havasında. Soyunalım, çıplak koşalım. Hayat güzel. All die young. When love is love and you are young.
Maiyet Sonbahar/ Kış kampanya görsellerinde baş rolde buğday tenli Daria Werbowy bulunuyor. Oldukça düşünceli. Belki de "Wuthering Heights"tan bir karedir aslında.
L'Officel Paris ise cumartesi gecesi şatoda başlayan partiyi günün ilk ışıklarında arka bahçeye taşıyor. Tıpkı "Lotus Eaters"ta olduğu gibi.
Numero setini Western'e taşıyor. İlhamını Amişler'den alıyor. Sinirli görünen Querelle ise Sofia & Mauro'dan gücünü alarak tarikatını geride bırakmaya hazırlanmışa benziyor.
Tonne Goodman Amerikan Vogue'da "On the Road"un vizyona girişini oyunculardan Garrett Hedlund ve model  Kati Nascher ile kutluyor. Lindbergh'in çektiği kareler Whitman, Ginsberg ve Kerouac'a bir kez daha selam çakıyor.
İki kişi olduktan sonra belki Thoreau'nun "Walden, Life in The Woods" mantığını yitirebilir. Ama olsun! İngiliz Bazaar'dan.
Fransız Vogue'unun Eylül sayısı için hazırlanmış bu editöryalin mekanı sanki Hollanda'daki çiftliğimizin arka bahçesi. Mert & Marcus'un ilhamı da Van Gogh'dan. Suvi Koponen de tıpkı bir korkuluk gibi karanlık düşleri kovalarken.
Küçük bir modern tiyatro topluluğu içinde olduğunuzu düşünün. Belki de absürd bir eser sahneleniyor. Ya da İsa'nın Doğuşu'nun başka bir okuması gibi. Pop'un Sonbahar / Kış sayısı bana bunu anımsatıyor.
Effie Briest yasak aşkı Crampas'ı beklerken. Mirte Maas, Hollanda Vogue'unda.

images via; http://glossynewsstand.tumblr.com/

PS:ilk görsel: Vogue Paris Eylül, Mert& Marcus + Benim çektiğim samanlık görseli ile blender (Blender'dan başka görseller de yakında burada.)

1 Kasım 2012 Perşembe

APOLLO MAG: NO 27 || THINGS WITH AN ATTITUDE ISSUE

İnternette gezinirken karşıma çıkan Didem Soydan'ın twitter hesabında yer alan kısa bio yazısının bana ilham vereceği aklımın ucundan geçmezdi. "Net tavır sahibi." kelimeleri aslında Soydan'ın söylemiş olduğu içi boş bir kelime grubu değil. En azından internetten takip ettiğim kadarıyla duruşunda ve tavrında netlik var.

Modada ise insana net tavır kazandıran şeyin daime paltolar olduğunu düşünmüşümdür. Bir de çıplaklığın elbette. Son zamanlarda bu fikirden utanmamı sağlayan çok fazla sözle karşılaşmış olsam da sanırım kimse beni bu fikrimden caydıramadı.

Mark Twain şöyle diyor. "Clothes make the man. Naked people have little or no influence on society." Ardından tumblr gençliğinin oluşturmuş olduğu bir başka özlü söz de şöyle diyor. "Think, act, speak, love like a gentleman." 

Neden sonra hemen aklıma beatler ve hippiler geliyor. Belki de "net tavır sahibi" olma konusunda en ciddi insanlar onlardı. Onları "make the man" yapan şey çıplaklıklarıydı. Peki toplumu 50lerden bu yana etkileyen bir topluluk olarak Fransız ve İngiliz burjuvazisini ezip geçebildiler mi?

Düşünceler... Düşünceler...

Bir başka söz de şöyle diyor: "Seduce my mind and you can have my body". Sanırım -en azındna beni- baştan çıkarılmanın yolu net tavır sahibi olmaktan geçiyor, net tavır sahibi olmak için de düşünebilmek. Gerisi teferruat.

Yazı kendisiyle çelişip elde var sıfır mı onu bilemedim. Ama kesin olan bir şey var ki tavrın olduğu kadar varsın.

PS: Bu arada 500. post konusu ne olsun diye düşünürken ve afilli bir şeyler olsun derken 499'dan sonra yazmayı bırakmıştım. Meğerse 500. post Ekim Kapağı post'u olmuş. Tesadüfi bir şekilde "new faces" dediğim kapak 500. posta denk gelirken aynı postta dergilerin yıl dönümlerini gençlere ayırdığından bahsetmştim. Eylül ayı boyunca 500. post için kasmasaymışım keşke kendimi.