30 Ağustos 2011 Salı

FAREWELL TO THE SPEEDOS

Ağustos, sadece giyilmesi özlemle beklenen kıyafetlerin artık insanda sabırsızlık hissinin doruklarına ulaştığı ay değil, slow şarkılar dinleyip kendini depresif hissetmenin de zamanıdır. Aylardır dinlemediğim Adele şarkıları, Beyonce'nin en hüzünlü balladları, akşam esen rüzgarda yüzüme çarpan güneşte bana eşlik eden şarkılardandı. Tamam böyle vıcık vıcık romantik hisle kurulmuş cümlelerden hiç haz etmiyorum, ama yazmadan da edemiyorum. 

Bu ay dinlediğim şarkıları şehirlere ayırarak değişiklik yapmak istedim. Paris'le başlayabiliriz. Gainsbourg familyası bu ay sıkça gündemimdeydi. Ailenin her bir üyesini hatta ailenin ilişkisi olduğu diğer bireyleri uzun zamandır takip etsem de bu ay kendilerine karşı olan sevgim biraz daha arttı. Aslına bakarsanız, onlar hakkında uzun bir post yapsam iyi olur. Neyse, bol bol Charlotte Gainsbourg'un ''IRM'', ''5.55'' ve ''Charlotte Fore Ever''ını dinledim. En sevdiğim şarkılar ise ''Charlotte For Ever'', ''Elastique'', ''Heaven Can Wait'' ve ''Jamais''. Tabi Jane Birkin ve Brigitte Bardot gibi muhteşem kadınlarla aşk yaşayan Serge Gainsborg da radarımda olan isimdi, hatta dinlediklerim genelde Jane ile yapmış olduğu düetlerdendi. ''Just Like a Woman'', ''69 Année Erotique'' ''Je T'aime Moi Non Plus'', ''Jane B'' ve ''Elisa''.

Ufak da bir not. Charlotte Gainsbourg yeni videosu / şarksı ''Terrible Angels''ı geçtiğimiz günlerde yayınladı. Yepyeni EP'sini eylülün ilk haftalarında yayınlayıp kasımda da yeni bir albümle karşımıza çıkacak. E tabi bir de ''Melancholia is the new Black Swan'' dediğimiz, izlemek için merakten öldüğümüz filmi de kısa zamanda görebilmeyi umuyorum.
Evet, aslında sıkı bir Yunan müziği hayranıyımdır. Bir de rakı masasında çalan Rumca ya da Yunanca şarkılarla ortam daha da eğlenceli olabiliyor. Hele bir de gerçekten sirtaki oynayabilen insanlarla karşılaşınca ortam yeme de yanında yat kıvamında. Yalnız taklitlerinden yani ''ben her boku yapbilirimcilerden'' kaçının. Neyse aslında dinlesem de bu ay pek yunan müziğiyle ilgilenmedim, ama şehirlerden birini daha doğrusu bölgelerden birini Santorini olarak seçmiş olmamın sebebi ''Mamma Mia''. Geçtiğimiz günlerde filmi oturup yeniden seyretmedim, ama ay boyunca her gün filmin müzikleri kulağımdaydı. Evvet Abba'yı severim, ama Meryl Streep'i daha fazla severim ve her canım sıkıldığında ya da kendimi kötü hissettiğimde bu filmi neden seyrettiğimi anladım.Yeni bir epiphanic an. Güzel insanlar, muhteşem manzaraya sahip bir Yunan adası, Abba şarkıları, dans ve Meryl Sreep, sanırım gelecek yaz rotamın neresi olduğu belli olmuştur. Yassou.
ps. aslında filmin orada çekilip çekilmediği konusunda da hiçbir fikrim yok.
İtiraf etmem gerekirse bazen biraz cimri olabiliyorum. Sıkı bir Beyonce fanı olmama rağmen albümünü henüz yeni aldım. Yeni almamın nedeni ise ''yae albüm çok pahalı para veremem'' demem değil, ben ne zaman bir Beyonce albümü alsam ki bu genelde çıktığı ilk haftaya denk gelir, Queen B'imiz deluxe edition çıkarmaya hazırlanır. Sonra ben de kendimi kandırılmış hissederim, ama bekle bekle de bir yere kadar, dayanamadım sonunda aldım. Albüm yazısı yakında olur burda. Ama anlaşıldığı üzere 21. YY Popüler Amerikan Kültürü'nden bahsedeceksek eğer Beyonce'yi bunun içine katmasam olmaz. Yazın son günlerini de Beyonce ile geçirdim.

Ancak ne varsa eskilerde var. Müzik deyince aklımda beliren ilk ismin en bomba albümü: Madonna ''Confessions on A Dancefloor'' üstünden neredeyse 10 sene geçecek olmasına rağmen hala en sık dinlediğim albümdür, Albümden en sevdiğim şarkılar ise ''Forbidden Love'', ''How High'' ve Isaac'' tabii ''Hung Up''ı da dışlayamam. Bu arada yazmama gerek yok. Hepimiz de Madonna'nın stüdyoda olduğunu biliyoruz, çok yakında yeni filmi daha doğrusu ilk yönetmenlik deneyimi olan ''W.E.''yi de yayınlayacağını biliyoruz, Rihanna'nın da aynı stüdyoda olduğunu da okudum. Her neyse sonuçta 2012 Madonna'nın yılı olacak anlaşılan. Sahi eğer sonumuz yaklaşıyosa Madonna'yla hayata veda etmek hoş olmaz mıydı ?
Yaz boyunca sık sık Nil ve Volga Tamöz dinlesem de Ağustos'ta kendime ''yeter artık kabak tadı verdiler'' demişliğim vardır ! Ayrıca ne alaka demeyin ama sıkça da ''Yav bir aralar Ramadan ve Mercan diye birileri yok muydu?'' diye soru sormuşluğum da vardır. Sonuç olarak sıkça da Model dinlemişliğim vardır.

Son bir yenilik daha.
Japon Vogue'unun ekim sayısındaki kapak yıldızı Florence + The Machine'in cool solisti Florence Welch. Evet tahminler doğru. Grup cephesinden yeni albüm, klip ve şarkılar gündemde. İşte onlardan biri. Bu sonbahar çok cool geçecek.
Sosyal Medya'da yine geçtiğimiz günlerde yaygara kopuyordu, meğerse sebebi Lady GaGa'nın yeni videosunu yayınlamasıymış. ''You and I'' bu sefer işin içinde Inez & Vinoodh da var. Bir de tabi Nicola Formichetti. Hande Yener & Kemal Doğulu birlikteliği kadar sıkmaya başladı bu durum. Gerçi son iki isim umrumda bile değil, en azından sevmesem bile arada GaGa'yı takip ediyorum.

Her neyse, ciddi anlamda bu sefer postu sonlandırıyorum, son isim Avustralya'dan. Keyifli izlemeler. Björk tadında. Bu arada Björk cephesinde de yeni gelişmeler var elbette, ama yeni bir post konusu çıkar artık ondan.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

MOODBOARD: ÖZGÜR KIZ YA DA ÇİÇEK KIZ. INDIE / INDIAN STYLE

Bu kış sokaklar hiç olmadığı kadar renkli. Yazın etkisini bir türlü üstünden atamayanlar ve yazın gelmesini bekleyenler için ideal yani. Color blocklara devam, puantiyeler en gözde, belki biraz fetişist yaklaşım ama oldukça dokunaklı ve romantik. Ya da Lanvin kadını gibi sade ama herkesten güçlü.

Ancak gelin görün ki bu trendlerin en büyük rakibi olmaya aday iki güçlü stil. Biri Aztek topraklarından geliyor, diğeri de 69 ruhundan. Kelime oyunu yapmak isteyenler için ise mükemmel ten uyumu kıvamında tekerlemeler için ilham kolay gelecek gibi. Biri Indie diğeri Indian. Gerçi her ikisinin özünde yatan da özgür ruh değil mi ? Belki de bu tasarımları giyerek çiçek kız olup, toprağın tadını alıp günün koşuşturmacasından / stresinden uzakta durmak isteyenler için en ideal trend budur. 2011 / 2012 Sonbahar / Kış Indie / Indian trendi için Milano- Paris podyumlarındayız.

Kim bilir belki de filme çevrilmeyi bekleyen ''Just Kids''in gardrobunda bu tasarımcalardan bir şeyler görebiliriz.

İlk durak Paris'te karşımıza çıkan Chloé. 70ler ruhu, patchwork stili ve Oturan Boğa'nın battaniyesi. Kullanılan deriler ise sanki Orta Batı'dan geçen Bizonlardan alınmış gibi.

Maskülen stiliyle Paris'ten bizlere seslenen Emmanuelle Alt markası Isabel Marant ise kürklerin ve zengin-şık stilinin yanında Indie'ye yer verenlerdendi. Saçaklar, pançolar ise vahşi batı özelliğini güçlendiren detaylardan.

Paris'teki Hermès showu her zamankinden daha fazla bekleniyordu. Yeni tasarımcı Lacoste'dan ithaldi. Polo yaka t-shirtlerden Nomadic kültüre geçiş pek de kolay olmamıştır. Ama sonuçta elde edilen başarı göz ardı da edilemez.
Milano'dan selam çakan Etro defilesinin açılışını ise Vogue Türkiye Ocak sayısının yüzü ve yakında çıkacak olan V Fall Issue'de Carine Roitfeld direktörlüğünde hazırlanan''The Heroes'' editöryalinde başrolde karşımıza çıkacak olan Aymeline Valade yapmıştı. Etro kreasyonunda herzamanki gibi baş rol kıyafetler üzerindeki motiflerin insanda bıraktığı etkideydi.
İlhamını kırlarda dolaşan hayvanlardan almış gibi duran Karl Lagerfeld'in bir diğer eseri ise Milano'da Fendi ile karşımıza çıktı. Ancak Fendi'yi tanımlayabilecek özellik ise sofistike-özgürlük kelimelerinin altında yatıyor. Doğru kumaş, doğru renk kombinasyonunda Indie havası eserken aynı zamanda 70lerin elitist Parizyen çay partilerindeki havayla da karşılaşabilirsiniz.
Şu dünyada sayılı ailelerden birine mensup olmak istersiniz. Kennedyler. Gainsbourglar, Roitfeltler ve Missoniler. Milano'dan selam çaakan Missoni el örgüsü kıyafetleri ve pijamamsı stiliyle tüm moda evleri arasından daima bana en sıcağı, içteni ve rahatı gelir.
Kim bilir belki de bunlardan bir outfiti seçip I wish I was a punk rocker diyerekten Istiklal'de Tünel'de, Galata'da gezmeye başlarsınız.

14 Ağustos 2011 Pazar

BANA BİR MASAL ANLAT MODEL !

''Ah ben Türkçe müzik dinlemem'' diyenlerden değilim, her ne kadar bir zamanlar olsam da. Aslında bunu diyenleri de suçlayamam, saymaya kalkarsak kaç tane dört dörtlük şarkıcımız var ? Ya müzikler (ç)alıntıya sözler çok abuk. İş sahnelemeye gelince de hangisi dünya standartlarında performans izlettirebildi bize ? Sonuncusundan umudu kesmeye başladığımızı söyleyebilirim aslında ! 60şından sonra küllerinden doğmaya çalışan (performans açısından) Ajda Pekkan, 50sinden sonra 20lik kız aramaya çalışanlar gibi. Candan Erçetin'e gelecek olursak ya didaktik, sakallı felsefe yapmayı seven amcalar tarzında şarkı sözü yazar oldu ya da Fransızca müzikleri kullanmaya yöneldi. Hele geçtiğimiz kış herkesin dilinden düşüremediği Melis Danişmend albümü ? Daha fazla abartılan bir çalışma görmedim sanırım yıllardır. (Nedir bu Danişmend fobin diyecek olursanız, onu Danişmend'in arkadaşlarına sormalı.)

Müzik size içine çekmeli, anlatılan şarkı sözleri ise size bir hikaye anlatmalı. İşte Model'in albümünü dinlerken hissettiğim şey tam da buydu. Yatakta uzanırken belki de bir hayali arkadaşın ya da sevgilinin elinde kitapla bana hikayeler anlatması, kimi zaman gotik, kimi zaman eğlenceli ve renkli. Ama hiç birinin de içi boş değil. Albümü dinledikten sonra fark ediyorum meğerse grup ''Diğer Masallar'' olarak belirlemiş albümlerinin ismini. Bugüne kadar duyduğumuz masallardan farklı masallar, geride kalanları, hiç anlatılmayanları dinlemek için ise Model'e kulak vermek gerekiyor sanırım.

Aslında sıkı bir Model fanı değilidim, ''Değmesin Ellerimiz'' dışında yaptıkları işler hakkında da haberim yoktu. Ta ki açık havada bir okul ve öğrencileri havasında geçen Sertab Erener & Demir Demirkan konserine kadar. Videolardan, medyadan veya okuduklarımızdan gerçi onları pek tanıyamıyoruz, ancak Model'i özellikle de solistlerini sahnede gördükten sonra, daha şarkılarını dinlemeden kanımın kaynadığını hissettim. Sanırım daha şeker ve cıvıl cıvıl bir solistle karşılaşmamıştım.
Açıkhava konserinden: Fotoğraf Ozan Eicher (Tık)

İzmir çıkışlı 5 kişilik grubun albümünün prodüktörü ise Demir Demirkan. Hit şarkıları ''Değmesin Ellerimiz''in akustik versiyonu ve Sezen Aksu'nun ''Yalnızlık Senfonisi'' dışında albümde tam 10 şarkı bulunmakta. Bu arada vokalleri Fatma'nın sesi genel olarak Şebnem Ferah'a benzetilse de bana ''Yalnızlık Senfonisini'' söylerken yer yer Sertab'ı dinliyorum havası da verdi. Aslında yapmış oldukları cover, albümün havasına pek de uymakta. Melodramatik sözler ve rock tabanlı ezgiler.

Eğlenceli bir şekilde ''Buzdon Şato''yla başlayan albüm sanki bize anlatılacak hikayenin atmosferini tanımlamak ister gibi. Evet ''hepimiz yorgunuz bu hayatı yaşamaktan'' ve sığınmak istiyoruz kendi buzdon şatomuza, tek başımıza, vurmak isteyerek şişenin dibine. Sırada ise albümün en eğlenceli şarkılardan biri olan ''Şey...Belki'' .. Bağlanmak korkutur diye haykırıyor vokal Fatma, Can Temiz'in yazdığı / bestelediği şarkıyı seslendirirken. Ve ''Değmesin Ellerimiz'' korkuyorum aslında bu şarkının ergenlerin kulağına düşmesinden, istemiyorum Facebook statulerine meze olmasından, sözler daha ne kadar içten olabilirdi ki, tıpkı Adele havasında ya da tam tersi hikayenin anlatıldığı Nil şarkısı ''Hakkında Her şeyi Duymak İstiyorum'' gibi. ''Biz hiç beceremedik sevmeyi de terk etmeyi de, aşk kokan dudakların karşısında direnmeyi de''.

Sırada daha hard ve protest havasıyla ''Sana Ne''. Salla baş mode on tarzında. Her ne kadar emo havası yayan tekerleme tarzında sözlere sahip olsa da, odaya kapanıp bangır bangır dinlemek isteyeceğiniz şarkılar cinsinden. Şekerden tabutlar, çürük çiçek kokusu ve aşık cesetler, ''Pembe Mezarlık'' da sözleri ve kelime öbekleri arasındaki kontrast havasıyla şarkı sözü kategorisinden favorim, şarkının genel akışı da yine kontrast bir biçimde akmakta, başka kim dans eder vaziyete ''ben bu gece ölmek istedim'' diye haykırarak şarkı söyler ki. Belki de Model'in havası burada. Kimi zaman depresifleşen şarkı sözlerine rağmen eğlenceli alt yapılarla hareketlenen albümden daha iyisi Şam'da kayısı. Gerçi yer yer emo havası da pek fazla hissedilmekte ''çok istedim bu gece kendimi asmak'' da nedir ?
Fotoğraf: Ozan Eicher

Şatolar, Pembe Mezarlıkla...Model harikalar diyarında gezinmeye devam ediyor. Sırada ''Bir Melek Vardı!'' Söz ve müzik yine tıpkı diğer şarkılarda da olduğu gibi Can Temiz'e ait. Karanlıklaşmaya başlayan albümün atmosferine cuk oturan bir ezgiyle. ''Ağladım bu gece elimde boş şişe''. Hep beraber depresifleşiyoruz abiler, ablalar. Tıpkı ''Pembe Mezarlık''ta olduğu gibi yine kontrast şarkı sözleriyle ''Benim Tatlı Kanserim''. Söz sanatlarını şarkılara aktaran cinsten, müziği edebiyatla buluşturan Model'e Masallar Diyarı'ndan 12 tam puan.''Yine de kesip atamam seni, benim tatlı kanserim''. Cidden bazen etrafımızdaki pain in the ass tipleri istesek de atamıyoruz değil mi hayatımızdan.

Rock'n Roll'a hazır mısınız ? Ya da rodeo üstünde oynaşmaya ? O halde çalsın ''Karadul''. Değmesin Ellerimiz, ''Çürüsün Gelinliğimiz''. Makyajı akmış, ağlayan kirlenmiş bir gelinlikle karanlık harikalar diyarından bakıp acıklı gözlerle ben buradayım diyen bir Fatma canlanıyor gözümde. Başta da belirttiğim gibi bir cover ve akustik versiyondan hemen önce albümün gerçek kapanış şarkısı ''Makyaj''. Depresif bir kızın son haykırışları, belki de koca albümü dinlerken ilk kez sıkılıyorum, bu da defosu mudur nedir ?

Düğüne pembe mini gelinlikle katılıcak cinsten kızların albümü sanki bu ! Buldum buldum ''Alice in Wonderland''deki Helena Bonham Carter havası var sanki ! Melankolisi ve emo dozajı biraz fazla, ama eğlencesi de yerinde. Sanırım ben Türkçe müzik dinlemem diyenler bile bir kez olsa dinlese...

ps: Ozan Eicher'a da fotoğraflar sebebiyle teşekkürler..

12 Ağustos 2011 Cuma

MOODBOARD: S&M REPEATS ITSELF SENSLESSLY

Daha önce şuradaki postumda (tık) alakasız bir şekilde karşıma sürekli Charlotte Rampling'in çıktığından bahsetmiştim. Artık tesadüfleri sevdiğimden midir, yoksa her şeyde bir tesadüf arama hastalığına kapıldığımdan mıdır bilmem tam da Rampling'in sürekli karşıma çıktığı dönemlerde 2011/ '12 F/W Women' Showları yapılırken modanın dahi çocuğu Marc Jacobs'un Louis Vuitton için hazırladığı kolleksiyonla karşılaşmıştım. Defileyi oluşturan ortam ve kıyafetler ise Rampling'in unutulmaz filmi '74 yapımı ''The Night Porter''dan ilham alınarak hazırlanmıştı. Charlotte Rampling'in 21.YY'daki karşılığı ise Kate Moss olmuştu.

Ancak tesadüf bu ya. Her ikisinin de alt metninde anlatılan sado-mazo bir hikaye. Konu da S&Mden açılmışken - tesadüf bu ya- kısa süre önce karşılaştığım / izlediğim diğer S&M hikayelere göz atmada da fayda var. İsterseniz fonda Rihanna'dan S&Mi açarak okumaya devam edin yazıyı. ''Sticks and stones may break my bones, but chains and whips excites me''.

Liliana Cavani tarafından yönetilen ''Il Portiere di Notte'' aka ''Gece Bekçisi'' yıllar öncesinde Nazi toplama kampında işkence görmüş, ancak kendine işkence eden adama karşı da içten içe duygular besleyen -ki işkence eden adamın da bu konu da pek boş olduğu söylenemez- kadının -ve dolayısıyla -yani adı üstünde- adamın hikayesi üzerine yoğunlaşmakta. Yıllar sonra orkestra şefi olan eşiyle Viyana'ya gelen Lucia (Ch Rampling) otelde bekçi olarak görev yapan Max (Dick Bogarde) ile karşılaşır. Ateşle barut yan yana gelirse ve orkestra şefi turne dolayısıyla otelden ayrılırsa da geçmişten bastırılan duygular ve s&m ilişkinin hatırlaları tekrardan canlanır. Filmde aynı zamanda ilişkinin melankolik ve de psikolojik, dramatik gerilimi üstüne de yoğunlaşılmış. Ne de olsa Nazi kampında tutuklu olarak bulunan bir kızın bir subayın seks kölesi olması, bir taraftan yüksek derecede tutkunun ve ihtirasın cinsel açıdan yaptırdıkları diğer taraftan da bu denli iki zıt kutpun birbirlerine karşı olan akıl almaz aşkı var. Üstelik yıllar geçmesine rağmen hala anıların bırakmış olduğu tazelik ve onu devam ettirme isteği.
Filmin bence bir diğer melankolikliği ise Rampling'in yarı çıplak şekilde striptizvari diğer subayların karşısında hüzünlü bir tınıya sahip şarkıyı söylerken dans etmesi.
Louis Vuitton F/ W 2011-2012

Ancak kabul etmekte fayda var ! İnsan önce Marc Jacobs'un hazırladığı kolleksiyona bakarsa ve o denli fetiş objelerle karşılaşınca filmin ana temasının da başka bir şey olduğunu bekleyebilir. Her neyse aradığınızı bulamayabilirsiniz. Gelelim LV kreasyonuna. Moda'dan bi haberseniz bile en azından tüm gazetelerde ve haberlerde Kate Moss'un yeniden podyumlara döndüğünden ve kırıtarak yürürken bir taraftan da sigara tüttürdüğünü duymuşsunuzdur. Hatta bir ara iş abartılıp Kate Moss'un selülitleri bile gündeme taşınmıştı. Kolleksiyon ise giyim odaklı değil de daha fazla fetiş objeler ve aksesuarları ön plana çıkardığından dolayı eleştirilmişti. Aslında Carine Roitfeld hala Vogue Paris'in başında olsaydı eylül sayısı için bu temayla kim bilir nasıl bir bomba hazırlardı. 
Podyuma asansörden inip çıkarak gelen modeller, transparan gömlekler, kelepçeler, polis şapkaları ve yüksek ölçekli topuklular.

Kısa saçlı, erkeksi ama feminen belki biraz androjen ama zamanla da femme fatale Lucia'ya özenen sadece Marc Jacobs değil. Film aynı zamanda ''she of the smoky eyes, dark French beauty''  olarak tanıtılan Eva Green'in de radarında girmiş. Geçtiğimiz aylarda röportaj verdiği Interview dergisine kendisine sorulduğunda, editöryal çekimde, çok etkilendiği için Lucia gibi davranmak istediğini ve fotoğraf çekimlerinde bile başka kişileri canlandırmaktan zevk aldığını vurguluyo.
Photography: Paolo Roversi

Sado -Mazo hikayeyi senaryosunun temeline alan bir diğer film de geçtiğimiz Istanbul Film Festivali'nde gösterilen ve Jessica Alba ve Kate Hudson ile kamera karşısına geçen Casey Affleck filmi ''The Killer Inside Me'' . Kasabanın şerifi olan Affleck aslında çocukluğunda geçirmiş olduğu travmaların etkisindedir. Bastıramadığı cinsel sapkınlıklara sahip olan şerif kasabanın fahişesiyle beraber olmaya başlar.  Hikayenin aslında 50lerde geçtiğini belirtirsem şerifin de nasıl bir aile hayatına sahip olduğunu anlayabilirsiniz. Sevgilisi, oldukça püriteni, hanım hanımcık ve belirli normlara sahip bir kadındır, dolayısıyla kirli zevklerini onunla doyuramayan Affleck de çareyi fahişede bulur. Aslında fahişeyle beraber olmasının tek sebebi de cinsellik değildir. Cinsel sapkınlıklardan, seri cinayetlere kadar uzanan film aslında şerifin cannibalistic, vahşi ve dramatik hayatının filmleştirilmiş hali.

Ve başrolünde James Woods ile Deborah Harry'nin yer aldığı '83 yapımı ''Videodrome''. Sci-Fi, korku türünde olan film aynı zamanda yayınlanmış olduğu tarihe göre de oldukça super ve cyber natural. Aslında filmin anlattığı hikaylerden biri de insanın beyni, onu insana oynadığı oyunlar, Freud'un egosu, super egosu ve id tanımının kontrolü. Ancak filmin içinde yer alan temel hikaye de şudur. Kablolu TV'ye sahip olan bir CEO kanalında daha fazla sado-mazo, işkence ve şiddet içerikli porno (vari) filmler gösterir. Kimi zaman aklın oyunları kimi zamanda ise bunun gerçeğe dönüşmesi ise karakterlerin de yine kendilerini bu tarz bir ikişki içine girmelerine sebep olur.  

11 Ağustos 2011 Perşembe

THE NEW GENERATION ! SUPERNATURAL STARS !

Hollywood artık yeni bir jenerasyona sahip desek pek de abartmış olmayız. Elbette her zaman için filmlerde küçük oyuncular karşımıza çıkmıştır, ancak hangi biri şimdikiler kadar popüler olmuştu ki ? Hangi biri kendinden bir önceki jenerasyonun önüne bu kadar geçebilmişti ki ? Hepsi de karşılıklı oynadıkları büyük yıldızlar kadar övgü alıp ödül yarışında aynı kategoride onlarla beraber kapıştı.

Onları belki şimdi bizler daha da çok seviyoruz, çünkü hepimizde de ''aa ben onun küçüklüğünü bilirim'' deme hastalığı var ve daha da önemlisi aslında biz büyürken o küçük yıldızların büyüdüğünü de görüyoruz. Üstelik bunlar sadece filmlerde baş rolü kapıp eleştirmenlerden övgü dolu sözler duymakla yetinmiyorlar. it girl edasında dergilerde, partylerde boy gösterip, video çekimlerinden defilelerin en ön sıralarında ''ben de buradayım'' diye bağırıyorlar. Her zaman dediğim gibi, her hangi bir ünlü isim kendi alanı dışında başka dallardan da talep alıyorsa bu iş olmuştur.

Geçtiğimiz senelerde Amanda Seyfried ile başlayan new comers serisine her gün yeni bir cep telefonu modeli gibi bir tanesi daha ekleniyor. Siz hala Jennifer Lawrence'a takılıp kalmışken Chloe Moretz çoktan tozu dumana katmaya başladı bile. Üstelik tüm bu isimler Hanna Montana ya da Disney serisinden de değiller.

Postu hazırlama nedenim ise trendlerden hatta gelecek trendlerden haberleri olan editörlerin uzun zamandır kapaklara A List NewComer'ları yerleştirme yarışları. Son olarak buna sansasyonel ve kült dergi Love da katıldı. Üstelik tıpkı Annette Bening ve Hailee Steinfeld'in Oscar'larda bir arada olması gibi Kristen McMenamy ile Elle Faning bu kapakta bir arada.
''Supernatural'' temasının işlendiği Love'un 6. sayısında Lara Stone, Mariacarla B. ve Kristen McMenamy gibi isimlerle beraber kapak olan 3 yeni yetme starın karşısında ise bu ay muazzam bir Björk kapağı yaratan Dazed & Confused Eylül sayıları için Juno Temple'ı seçmiş..
AnOther Magazine ise geçtiğimiz sezon yayınladığı 10. yıl sayısında son 10 yıla damgasını vurmuş isimleri değil gelecek 10 yıla damgasını vurması kuvvetle muhtemel isimleri seçmişti. Bakınız Jennifer Lawrence, Mia Wasikowska, Lea Seydoux ve Andrea Riseborough.

Tüm bu isimlerin imdb sayfalarına bakacak olursanız ise kaba bir hesapla önümüzdeki senelerde vizyona girecek en önemli filmlerin hemen hemen hepsinde bunlardan birini görmeniz kaçınılmaz. ''Rise of the NewComers'' diye buna derim ben. Aralarında ben bir de ''Hanna''nın yıldızı Saoirse Ronan'ı görmek isterdim.

Süsledikleri moda / sanat / tasarım dergilerinin yanı sıra Hailee Steinfeld Bayan Prada'nın bir diğer markası Miu Miu'nun bu sezonluk yüzü oldu. Chloe Moretz ise Drew Barrymore'un yönettiği Best Coast videosunda karşımıza çıktı. 
Miu Miu / Fall- Winter 2011 Campaign

Kim bilir belki de bundan 10 yıl sonra filmlerde ya da Vogue kapağında Kate Winslet, Marion Cotillard, Penelope Cruz, Julianne Moore, Meryl Streep, Tilda Swinton, Cate Blanchett ve Gwyneth Paltrow yerine yukarıdaki isimleri bir arada görmekten çok daha fazla heyecan duyucaz. Üstelik ''aaa 15 yaşında ilk kez True Grit'te karşımıza çıkıp Oscar'a aday olan küçük kız değil mi?'' şu diyerek bilmiş bilmiş sırıtarak.

Siz şimdiden ''Anna Karenina'', ''W.E.'', ''Midnight in Paris'', ''The Dark Knight Rises'', ''The Silver Linings Playbook'', ''Movie 43'', ''Romeo & Juliet'' ve ''Jane Eyre''i not edin. Ah pardon ! Zaten hepsini aylardır bekliyodunuz çünkü tüm bu isimler çoktan casting sırasında diğer A List isimlerin karşısına koyuldu bile, üstelik yine kendi jenarasyonlarından birileriyle, yani yukarıda diğer saydıklarımla.

Günün stilinde ise yepyeni filmi ''The Help''in galasında yer alan Emma Stone yer alıyor. Kardeşleri kadar genç olmasa da new comer'ların bir önceki sürümünden.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

HERE WE GO! GQ TÜRKİYE IS IN THE TOWN

''Bakın biz coolluktan ölüyoruz, bizim müzik anlayışımız inanılmaz'' diye ortalarda dolaşan, en azından etraflarına yaydıkları enerjiyle böyle hissettiren ancak aslında iki yanlış editör seçimi nedeniyle bu günlerde yayında olmayan Rolling Stone ve Billboard sonrasında yıllardır gelmesi dört gözle beklenen Vogue'un yayın hayatına başlamasından sonra tek eksiğimizin GQ olduğu aşikardı.

Bırakın moda dünyasını, geri kalan camianın/ sektörlerin bile pek de tanımadığı Seda Domaniç'in genel yayın yönetmeni koltuğuna getirilmesinden sonra ''eğer GQ yayınlanacak olursak acaba baş editörü kim olur ? Tanıdık biri mi yoksa Domaniç gibi pek de alışılagelmedik bir isim mi'' diye merakımızdan çatlarken bugün yapılan açıklamayla Mirgün Cabas'ın bu göreve getirildiğini öğrendik.

Açıkçası GQ'nun gelmesini Vogue'dan daha fazla bekleyen biri olaraktan editörün adına yakışır bir şekilde centilmen biri tarafından yönetilmesini arzu ederdim. Açıklanan ismi duyduğumda ise derin bir oh çektiğimi söyleyebilirim. Zira bir çoğumuz gibi benim de aklımda acaba mı diye Oben Budak'ın geçtiği doğrudur. Aslında biraz düşününce ''FHM'' ve HaberTürk'teki loosy yazılarının Doğuş Grubu tarafından editörlük için yeterli gelmeyeceğini düşünsem de yine de bazen bu işlerin CV yeterliliğinden ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz. Her neyse en azından NTVden ve medyadan az da olsa takip ettiğim kadarıyla Cabas'ın oldukça klas, şık ama bir o kadar da eğlenceli bir şeyler ortaya çıkarabileceğinden emin gibiyim. Belki hatta sıkıcı olmadan ağırbaşlı bir GQ edisyonuyla da karşılaşabiliriz.
Mila Kunis- GQ US / August 
Jake Gyllenhaal- GQ Australia / August- September 
Bar Refaeli- British GQ / September 

Büyük ihtimal mart ayında -tıpkı Vogue gibi- yayınlanacak ilk sayının kapağını ise merak ediyorum. Merak ettiğim bir diğer nokta ise grubun Vogue'a davrandığı kadar GQ'ye de eli açık davranıp davranmayacağı. Tabi bu merak beraberinde başka meraklar da getirmiyor değil. Acaba Amerikan edisyonu gibi kapaklarda daha fazla erkekler mi yer alacak ? Yoksa İngiliz edisyonu gibi çıplak kızlarla şansını mı deneyecek ? Daha da ötesi derginin yüzde kaçı moda olacak ? Aslında yılın belirli aylarında kız, belirli aylarında da kapağı erkeklere ayırıp, en azından iki kere de en babasından GQ Style ekiyle karşımıza çıkabilirler. Konu eli açık davranmaya gelince örneğin kapakta bizler de bir Bar Refaeli, Alessandro Ambrosia tarzında models.com'un nadide listesi top sexy models listesinden isimler görebilecek miyiz ? Ya da erkekler kategorisinden Jon K ya da David Gandy mesela ? Tek ricam daha fazla Arda Turan ve Engin Altan kapağıyla karşımıza çıkmamaları. Ha bunu da eklemişken acaba Vogue gibi içeriğinin kaçta kaçı orjinal türk yapımı olup, kapak isimleri yurt dışından seçilecek. Bekleyip görmekte fayda var.

Bir gün size GQ sayflarından seslenme dileğiyle.

2 Ağustos 2011 Salı

LP1 by JOSS STONE

Ben henüz 14 yaşındayken yayınlamış olduğu ''You Had Me''yi ilk kez sanırım bir yaz günü NTVnin yabancı müzik programlarından birinde o da 30 saniyelik haliyle dinlemiştim. Sadece şarkıya değil sanırım Joss Stone'a karşı da derin duygular beslemiştim. Tamam tamam, acilen yazı stilimi değiştirmem lazım, yoksa ''bir yaz günü'' ve ''derin durygular'' tamlamalarının sonu pek de hayırlı olmayacak.

Bitip giden ilişkinin ve New York'un ritminin verdiği enerjiyle çekilen videonun ardından geçen 8 senenin sonrasında gelen albüm ise henüz geçtiğimiz günlerde yayınlanan ''LP1''. ''You Had Me'', ''Tell me 'bout it'' ya da ''Free Me'' gibi pop ve r&b destekli soul şarkıların aksine yeni albümün en gözde şarkıları rock ritmli. Britney Spears'in ''I Love Rock 'n Roll''U söylerkenki halinden daha ciddi ama Alanis Morisette kadar da asi değil. Ama bildiğimiz sakin ve yumuşak soul tınıları kendi zincrilerini kırmış gibi. Bazı şarkılarda bu tona kayarak da hem kendini tekrardan bir parça da olsun uzaklaştırmış, hem de yeni şeyler denemesiyle sıkıcı olmaktan paçayı son anda kurtarmış. Bakınız ''Karma''. Gerçi ''Karma'' için rock'ın asiliği yerine funk'ın yaydığı enerji tabiri daha uygun olabilir. Tabi bu asilik aynı zaman da şarkı sözlerine de yansımış. Kızgın aşk kelamlarının ana temayı oluşturduğu albümde ise arabesk sözcük öbekleri de yok değil.  ''Don't Start Lying To Me Now''. 

Yine de albümün genel gidişatı için Rihanna'nın ''Califronia King Bed'' videosundaki renkler gibi benzetmesini yapabilirim. Buna açılış parçası ''Somehow'' da dahil.  Stone kimi zaman da sadece gitarı eline alıp kumsalda akustik müzik yapan genç kılığına girmiş. Bknz.''NewBorn''.

Ve kalbin orta yerine saplanan bıçak gibi balladlar. ''Cry Myself to Sleep'' ile ''I dont want to be in love'' dediği şarkısı ''Last One To Know''.

Beklediğimizden biraz değişik karşımıza çıkan Joss Stone ve albümüne 3.5 sanırım.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

APOLLO BOY MAG: NO 12 || FIRST LOOK AT FALL ISSUE

Harry Potter'la çocukluk bitti derken, 90ların ruhu bu kez de Şirinler ile canlanmaya başlayacak ! Bunu fırsat bilip kapak yapmazsam olmazdı.
ps. verdiğim sözleri son zamanlarda pek de tutamadığımdan bu sefer bir edito yazısı da yazmadım.