30 Ocak 2012 Pazartesi

WHICH ONE IS BETTER TATTOOED ?

Sırf sevgili yönetmenler, tasarımcılar ve yapımcılar yeni bir şey üretemediklerinden her seferinde şu postlara aynı şekilde başlamak zorunda kalıyorum ! Aha bu durum da beni çok kısır gösteriyor. Ama sevgili yaratıcı insan grubu neden illa şu zavallı insancıklar 'bir de olaya benim gözümden baksın' diye tutturuyorsunuz ? Hayır, misal geçtiğimiz senelerde 'Ejderha Dövmeli Kız' serisini 'amaaaaaaan hiç ben değil bu!' diyerek göz ardı etmiştim. Lakin sene içerisinde Rooney Mara'ya karşı olan fan boyluk sevgim, 'David Fincher zaten iyi yapmıştır' bakış açımla birleşince işim gücüm yokmuş gibi geriye dönüp Niels Arden Oplev'in yönettiği 2009 versiyonunu da izledim.
Bu ringden sadece iki kişi sağ çıkacak. Kan dökülecek. Can yanacak. Ya ejderha dövmeli altın kupayı eve Rooney Maara ile David Fincher götürecek ya da Niels Arden Oplev ile Noomi Rapace.

Madde 1: Heyecan: Fincher versiyonunda hikayeye tamamıyla yabancı olduğumdan dolayı bu konuda biraz iltimas geçebilirim, ama daha baştaki açılış sahnesinde isimler görünmeye başlarken 'uçak havaya kalkıyor, titremeyi kes, koltuğa yaslan, gözlerini kapa ve heyecana kapıl.' Amma ve lakin orijinal versiyonunda bu olay 0 noktasında, her iki yönetmende de çekirdek konu aynı kalsa da olaya farklı yaklaşacaklarını biliyorsunuz aslında, dolaysıyla sizi nerede heyecanlandırabilecekleri konusunda fikirsiz olabilirsiniz, yani 2009 versiyonunu sonradan izledim diye 0 heyecan olacak değil. Yalnız 'amanın burada bir şeyler olacak, içimden şeytan mı geçti yav benim' dediğim tek bir nokta var. o da son 30-45 dakika  içerisindeki Mikael ve Martin sahneleri. Heyecan demişken, en hit dakikaların bir numaralı tetikleyicisi müziklerdir. Fincher abimiz bu konuda 'masterpiece' tuşuna basarken Oplev'de Starbucks'ta oturuken 'ne o içim mi geçmiş' derken buluyorsunuz kendinizi.
Madde 2: Esasında bu maddeyi öne almamın nedeni 'sen ne kadar pis popüler kültür çocuğusun Hollywood köpeğisin' demiyesiniz diyedir. Fincher çok fazla 'we americans invade the world' modunda 'hellow Stockholm here we are' derken filmin bakış açısı da aslında çok Amerikan. Ancak 2009 yapımında bildiğin damarlarımdan İsveç kanı aktı. Bu durumda sanat yönetimine mi gidiyor 12 puan.

Madde 3: Eminim Fincher'ın bütçesi çok daha fazladır.Prodüksiyon ekibi parayı bastıkça basmış. 158 dakikaya 2 farklı hikaye sığdıran putumuza karşılık 152. dakikada filmini kesen İsveçli vatandaşımız sadece 1 konu anlatabilmiş. Burada bahsettiğim ikinci konu Keymen Adaları mevzusu. Ama ben zaman zaman Fincher'a bile 'yav kardeş bu hikaye biraz fazla yavaş ilerlememiş mi?' derken diğerinde artık 'son durağa çok var mı' modundaydım'. Unutmadan bir de geçmişe dönerken Fincher bildiğin o sahneleri de çekmiş, diğerinde bu yoktu. Artık ne kadar yavaş ilerlediğini kavradınız her halde ? Keymen Adaları demişken bu arada, Rooney'nin sarışın peruklu hali kime benziyor ? Düşün düşün bulamadım, ama çok tanıdık !?
Madde 4: Leading Women: Rooney ve Noomi arasındaki tek benzerlik isimlerindeki baş harften sonra iki tane 'o' gelmesi. Noomi'nin çizdiği karakter bildiğin '17lik emo girl goes metalci' kıyafetlerinden duruşuna kadar çok fazla stereotipik. Rooney ise baştan aşağıya bir stil ikonu gibi. (Stil ikonu derken 'Alexa Chung bir stil ikonudur' anlamındaki stil ikonu değil. Ne bilem, bir duruş, bir karakter, bir kimlik açısından.) Saçından kıyafetine kadar. Ayrıca yüzündeki masum ve saf ifade de karakteri altında yatan diğer kimliklerle de çok uyuşuyor. Öte yandan sert tarafı, asiliği, coolluğu, umursamazlığı ve boş vermişliği çok da iyi yansıtıyor. Noomi'de bu özelliklerin hiçbiri yok. Çok düz oynamış yani anlicağın.

Madde 5: Dramatik Açı : Filmin en yükselişe geçtiği anlardan biri de 'tecavüz sahneleri'. Fincher'da olayın dramatik dozu tavan ve insanı rahatsız eden cinsten. Oplev'e ise 'bu mudur verebildiğin yani şimdi' demek lazım. Filmin kapanış sahnesi de keza öyle. Fincher bağımsız sinema yaparken Oplev gişe yapmış diyebilirim.

In conclusion: Hikaye zaten en baştan Stieg Larsson tarafından kaleme alınmış. Yani iki yönetmenin yaptığı da 'nasıl anlatırım' sanatı. Senaryodan yönetime, kurgudan her bir şeye Niels Oplev: 'otur sıfır'. Fincher'ın tüm hikayesi ise zekice kurgulanmış. Evet evet en başta bir kurgu harikası. Gizem, kovalamaca ve aksiyonu yerli yerinde. Herşey sistematik, havada kalan bir şey yok, kitaptan filme geçireyim derken üst üste sıralanmamış olaylar. Yıldızın Parlasın Fincher.
Esasında hiiiç uzun uzun yazı yazmaya gerek yoktu. Her iki filmin de jeneriğini dayardım, 'al sana anlatıcaklarım' der puromu tüttürür çeker giderdim.

***
Zamanım olmadı hepsini bitiremedim ama hızımı alamadım ikinci filmi de seyrettim. Ne kadar sadık kalınarak filmleştirilmiş bilemiyorum ama ikinci filmde zaten az olan heyecanı yönetmen filmleştirirken hepten yok etmiş. Sanki realist dram dizisi izliyoruz. Son yarım saat içerisinde kabin basıncı biraz artmış ve heyecanı da ayakta tutabilmek için hikaye 'to be continued' olarak yarıda kesilmiş ama şimdi bana kaybolan dakikalarımı kim verecek ? Bir umut üçüncü filmde. Aslında beğensem 'Millenium' dizisine de belki başlardım ama sanmıyorum, büyük ihtimal onu da Amerikalılar zaten yapar. Bu arada anladığım kadarıyla her ne kadar ikinci ve üçüncü filmler için Sony anlaşma yapmış olsa da pek fazla umutlanmasak iyi ederiz.

28 Ocak 2012 Cumartesi

NEW OLSEN IS IN THE TOWN !

Olsen kardeşlerin en küçüğü Elizabeth Olsen '94 yılından sonraki ilk çıkışını eğitim almak için ara verdiği kariyerini ''Martha Mercy May Marlene'' ile bozduktan sonra gerçekleştirdi. Bir konuda anlaşalım Lizzie Olsen ne ablaları kadar hip ve cool ne de onlar kadar güzel, yoksa içinde Indie Spirit'in de bulunduğu bir düzine adaylığı çirkin ama akıllı ve iyi oyuncu olduğundan mı elde etti ? Aslında ona çirkin demek de haksızlık olabilir, yüz hatlarına baktığınız ilk anda bir Olsen olduğunu anlatsa da onlar kadar şirin değil, ama inanılmaz karakteristik bir çizgisi de var.
Filmin bir konusu varsa 'mainstream' ya da 'indie' olduğuna bakmadığını söyleyen Olsen belli ki 4x (M) filminde de canlandığı karakterin derinliğinden fazlaca etkilenmiş. Tıpkı Michelle Williams'ın ''Meek's Cutoff''u gibi orta bir yerden başlayıp o şekilde biten film Martha'nın (Olsen) köy ortamında sürdürdüğü hayatla başlıyor. Sahneler akınca aslında onun o ortama ait olmadığını ve doğal ortamında yaşamadığını fark ediyoruz. Amiş tarzı basit ama garip hayat tarzı olan bir tarikat ile yaşayan Martha'nın oradan kaçıp şehir hayatına adapte olabilme sorununu ve yolculuğunu izliyoruz. Aslında tam anlamıyla şehir hayatına adapte olma da diyemeyiz bunun için, yanına yerleştiği ablası da şehirde değil yazlıkta, kasabada. Yine de bir anda içine girdiği aile ortamı ve toplumsal yaşamın değerlerinin baskısı elbette üstünde. Yeniden filmin başına dönecek olursak, hikayenin ilerki dakikalarında köy hayatından öncelere değinilse de yolundan nasıl şaşıp da oraya geldiği pek de açık verilmiyor. Belki filmin asıl teması olan 'kafa karışıklılığa' bir göndermedir bu da ?
Interview '12 Feb Issue
Martha'nın daha önce yaşadığı Amişimsi tarikat aslında pek de öyle 'simple life' tarzında değil, öldürücü suçlardan tutun da tecavüz denebilecek cinsel deneyimlere kadar uzanabilecek bir takım değer yargılarını yıkan bir toplum, ama Martha'nın sığındığı abla evi ortamında da bu değerler ne kadar yerine oturmuş belirsiz bence. Her iki ortam arasında sürekli gidip gelen Martha'nın psikolojik durumu da pek iyi sayılmaz, düz bir çizgide sağlıklı bir şekilde ilerlemeye çalış(tırıl)sa da kafa karışıklılığı ortama ayak uyduarmamasına neden oluyor. Sonuç olarak gel-gitlerle dolu bir hayat / karakter.

Aslında basit bir şekilde Martha'nın psikolojisini/karakterini anlatacak olursam, ablası ve eşi sevişirken hiçbir şey olmamış gibi yatak odalarına girip yatağa uzanan biri o. Tabii bir de çırılçıplak göle daldığında ablasından gelen 'buralarda böyle şeyler yapamazsın' tepkisi.

Golden Globe'lar gibi Oscar'larda da kendine adaylık bulamayan Olsen dingin ama karışık halleriyle senenin en iyi performansını sergilemişti bence. Popüler kültürde ve mainstream medyada ablalarının erişebildiği mertebeye ulaşabilecek mi ya da onlar kadar popüler olabilecek mi, ya da önceliği bu mudur bilinmez ama, geçtiğimiz sene bizlere sunulan Moretz'ten, Steinfeld'e, Wasikoswka'ya kadar herkes eskidiğine göre sade ve saf görünümüyle yeni bir fresh face'imiz oldu.
İlk fotoğraf, geçtiğimiz gün gerçekleşen Chanel S/ S Haute Couture show'undan. Sonuncusu ise özel olarak verilen ödülü almak için gittiği W party'sinden.

23 Ocak 2012 Pazartesi

MILAN to PARIS - MEN' FASHION WEEK

Pastel renkler ön plana çıksa da gelecek sezon benim kışım ! Her taraf yeniden koyu, Moschino, Issey Miyake ve Versace hala canlı renklerde ısrar etse de, kışın biraz dark-glam olmaktan zarar gelmez. Kilit parçalar palto ve atkıdır elbet ama bu sezon sanki tasarımcıların hepsi de inanılmaz paltolar yaratmışlar. Paltolar derilerle bilrşmiş Yamamato'dan Dior'a kadar hemen hemen her koleksiyonda hacimler genişleyerek paltolar pelerinlerle birleşti. Tek yenilik bu da değildi. Kürk sadece yaka detayı olmaktan çıktı, erkeklerin de gardrobuna kürk paltolar girdi.
John Galliano-Maison Martin Margiela
Nazi Almanyası meets Miuccia Prada benim için sezonun en sıkıcı ve çirkin koleksiyonu olmasına rağmen paltoları aklımda kaldı. Sadece Umit Benan değil, bu sezon Prada da podyuma gerçek erkekleri çıkarttı, ama hepsi de koleksiyonuyla birebir özdeşleşen dolayısıyla onlar kadar çirkin olan aktörlerdi, bknz. Willem Dafoe ve Adrien Brody. Benan ve Prada arasındaki benzerlik bu kadarla da sınırlı değil. her ikisi de savaş dönemi ve militer temasından etkilenerek sezonun belki de diğer trendini yaratmış oldu. 
Umit Benan
Yalnız militer derken senelerdir trend olan akımdan bahsetmiyorum Prada işin soğuk ve disiplinli kısmını kıyafetlere yüklerken Benan eve dönmek üzere olan askerlere odaklanmış. Ya da here comes ''The Pacific'', ''Pearl Harbor''. Style.com'un sitesinden değil ama twitpiclerinden ve de Ece Sükan'ınkilerden anladığım kadarıyla Benan erkekleri sadece podyumda yürütmemiş ve sergilemiş de yarattığı sahne için ise kışlada hazırlanan askerler diyebiliriz.
Kazakların deseni ve materyali konusunda gelince beni büyüleyen üç moda evi Les Hommes (üstte) ve Missoni ve Dsquared2(en altta) oldu. Missonilere para yediremeyeceğimi bildiğimden tek tesellim TopMan'de bunlara en yakın olanları bulabileceğim gerçeği. Ama sizde de bu yün kazakları ele alıp onlara sıkı sıkı sarılma hissi uyanmıyor mu ? 
Missoni
Dsquared2
Tüm defilelerin en klas ve zarif tasarımları da Bottega Veneta'dan geldi.
Gucci benim için baştan aşağıya hayal kırıklığı olsa da tüm zamanların en iyi parçasını yarattığının altını çizebilirim. Bel hizasına kadar olan ister ceket diyin ister mini bir palto deyin, ne derseniz deyin, ama bir kıyafete aşık olmak diye bir şey varsa ben oldum işte. Kendileri benim için sezonun en hit iki parçası.
Kraliyet teması ise hala ölmedi, Dolce & Gabbana her parçasına o motifleri işlerken matadorlarla da birleştirerek akıma yeni bir hava kattı. Öte yandan modanın royal familysi Alexander McQueen ise düklerden ve prenslerden ilhamını almıştı. Pantolonların boyu diz altının bir kaç milim altında son bulurken çorapları göstermenin vakti geldi. Elbette desenli, renkli ve çizgilelerden bashetmiyorum. Şık ve asil olanlarından.
Balmain her zamanki gibi upper class street style'ı rock style'a birleştirmişti, içine bir tutam da militarizmin disiplinli ve sert havası katılırken ortaya yine arzu nesnesi paltolar çıktı.
Androjenle başlayan trend bu sene yeni açılımların yapılmasına da neden oldu, sadece kürk paltolar değil
etekler de erkek modasının kalbine yerleşmek istiyo gibi. Geçtiğimiz sezon sonrasında bu sefer hayal kırıklığı yaratan Givenchy ve Commes de Garçons bu trendin uygulayıcılarındandı.
Yün gibi baş materyallerden biri de deriydi. Onu podyuma çıkartmayan tasarımcı yok gibiydi. (Hermes'in de koleksiyonu sadece derilerden oluşuyordu desem pek de abartmış olmam.) Üstelik Victor & Rolf bu iki trendi bir araya getirmekten de kaçınmadı.
Iceberg- Victor 6 Rolf- Z by Zegna
Lanvin-Hermes
Louis Vuitton
Pelerin ve palto buluşmasından yukarıda bahsetmiştim, Yohji Yamamato dokunuşlarıyla bunlar tam da kırsal kesim yerli halk kıyafetlerine benzeyip harika olmamış mı ?

Ve kuşkusuz kapanış, moda haftalarının başlangıcını yapan İngiliz Burberry'nin. Sezonun en iyi defilesinin.

19 Ocak 2012 Perşembe

AND THE JANE BIRKIN

Sahnede karşımızda duran 65 yaşında. Ve dünyanın en karizmatik kadını. Karizmatik demek belki az bile, siyah kumaş pantolon cebine sokulan eller, düğmeleri yarısına kadar açık ütülenmiş jilet gibi beyaz bir gömlek ve yarı dağınık saçlar. So Birkin so cool.  Bir anlamda Patti Smith meets Jane Birkin. Karakterindeki coolluk duruşundaki zarafet.

Babylon'un 21.30 politikasına olabildiğince ayak uydurarak sadece 5-10 dakika geç sahneye çıkan Jane Birkin kanımca sadece -şimilik- bu yılın değil hayatım boyunca unutamayacağım 1.5 saate de imza attı. Bunca zaman bir çok konsere gittim ya da festivaller sayesinde bir çok yerli / yabancı grubu dinledim ama kaç tanesi bir ikondu ki hem ? Her şarkı sonrası tek tek ''merci'', ''thank you'' ve dilinin döndüğünce ''teşekkürler'' demeye çalışan Birkin'in mütevazılığı bunla da sınırlı kalmayıp konser bitiminde dakikalarca grubu ile selam verdi. iPhone'unu takside düşürmesine rağmen adamın adres defterinde yer alan ilk kişiye- ki bu da ablası oluyormuş- telefon açıp bir şekilde ona geri iade eden şoföre bile teşekkür etmeyi unutmayan bir kadından bahsettiğimi söylesem artık siz tahmin edebilirsiniz gerisini.

Daha önce birçok kez Serge Gainsbourg şarkılarıyla turnelere çıkan Birkin'in bu seferki çıkış amacı sadece hatıraları yeniden canlandırmak değil kısa bir süre önce deprem / tsunami ve nükleer felaketleri beraber yaşayan Japonya'ya da destek olmaktı. Üstelik bir de büyük değişiklikle, bu seferki kadrosunun tamamı Japonlardan oluşuyordu. Kendisi her ne kadar da ''zaten defalarca bu şarkıları söyledim, yeniden aynı şekilde yorumlamak sıkıcı ve gereksiz olabilirdi'' dese de bence yeniden mütevazı olduğundan böyle diyordu, onu seven yaşayan hiçbir canlı konserini kaçırmak istemez sanırım.

Hatırları canlandırmak demişken, kısık gözlerle kimi zaman da baygın baygın şarkı söylerken içimden geçirmediğim değil, acaba Serge'i bir dakika bile aklından çıkartabiliyor mudur, ya da bu şarkıları söylerken neler hissediyordu ! Gerçekten o anda sahnede miydi ya da şarkıları öncesi onlar hakkında ufak hikayeler anlatırken onları mı yaşıyordu. Bu arada seyircilerle de diyalog kurması ise bence geceyi bu kadar unutulmaz kılmasının bir diğer nedeniydi.

20li yaşlarından itibaren ölümünden önceki son sonbahara kadar Serge'in kendisine şarkı yazdığını söyleyen Birkin şarkıları İngilizce'ye çeviremeyip Fransızca söylediği için biraz mahçup olmuş gibiydi, ''ama şarkılar Fransızca olarak o kadar güzel ki, İngilizce'ye çevrildiğinde tüm büyü kayboluyor, zaten Serge sadece kelimelerle değil harflerle bile oynayan bir sanatçı olduğundan bu da çok zor olurdu'' diyor. Hem zaten onun da dediği gibi hepimiz hem fikiriz kimse dünyada Fransızca'dan daha güzel, nazik ve romantik bir dil olduğunu iddia edemez.

''Ah melody''yi söylemeden önce, fotoğraf çekilirken Charlotte Gainsbourg'a hamile olduğundan pantolonun önü kapanmadığından elinde oyuncak bebek tuttuğunu ve ilk çıkışında şarkının neden tutmadığını anlamadıklarını anlatıp gençlere de esprili dille tavsiye verdi: ''şarkınız tutmazsa hiç üzülmeyin 20 yıl sonra muhakkak alması gereken övgüler o şarkıyı gelir bulur'' . Israrla ''Je T'aime, moi non plus''u söylemese de filmden, bir köşeye kıvrılarak, ''Ballade de Jonny Jane''i söyleyen Birkin, konserin ortasında bizlerin arasından geçerek tüm salonu dolaştı. Tıpkı arkadaşımın tam yanında durduğu gibi aramızda bir karış mesafe kalarak yanımda durup suratıma bakarak şarkı söylemesini ise sanırım hayatım boyunca unutamam. Hey dude ! Bir ikondan bahsediyoruz.
Gecenin kuşkusuz en eğlenceli anı ise ne kendisinin ne de Brigitte Bardot'nun şarkıdaki çığlık vari kısımları söyleyememesini itiraf edip ona eşlik eden Japon vokalist / kemanistin yine izleyeciler arasından o cırtlak sesiyle inanılmaz bir şekilde kusursuzlukla ''Comic Strip''i söyleyebilmesiydi.

Hermes patronunun adına ithaf ettiği ''Birkin Bag'' Julio Cortazar hikayesinden uyarlanmış ''Blow Up'' oyuncusu kendi gibi ikon çocukların Lou Dillon, Charlotte Gainsbourg'un annesi tüm zamanların en kült filmi ''Je T'aime, Moi Non Plus''nun oyuncusu, tom boy stiliyle modada büyük bir akımın temsilcisi ve ikonu. Sanırım bu muhteşem gece için Babylon'a ne kadar teşekkür etsek az.

pics via http://www.facebook.com/babylonistanbul

16 Ocak 2012 Pazartesi

WE NEED TO TALK ABOUT GOLDEN GLOBES !

69.su dün gece gerçekleşen Golden Globe'lar hiç kuşkusuz son yılların en eğlenceli geçen ödül töreniydi. Bunda twitterda atılan peşi sıra tweetler ile hep beraber evde toplaşıp seyretmişiz gibi hava yaratılmış olmasının etkisi de olabilir gerçi. Ricky Gervais'in çok az görünmesi zaman zaman da sıkıcı espriler yapmış olması pek canımı sıkmadı zira genel olarak her ağzını açtığında beni güldürdü. Ama elbette gecenin komedi showuna dönüşmesinin tek nedeni bu değildi.
The real Game oh Thrones
Güzel kıyafet anlamında inanılmaz kısır bir ödül töreni olduğu konusunda hem fikiriz. Geçriğimiz yıl Rodarte içinde parlayan Natalie Portman, Lanvin'in en kötü elbisesini seçmişti, twitterda saatlerce tartışılan Jessica Chastain elbisesinin Balenciaga mı yoksa Givenchy mi olmuş olması bile umrumda değil, yılın adamı Micki Fassbender'ın Mahmutpaşa çıkışlı parlak kumaş takım elbisesi derken bir de Meltem Cumbul hadisesi.

Aslında Meltem Cumbul nereden tutarsanız tutun elinizde kalıyor, Chloe olduğunu sabah öğrenmiş olduğum perde çakması kıyafetin markası önemli bile değil zira berbat, iki gün boyunca ''Yabancı Dilde En İyi Film'' ödülünü taktim etmesi konuşulurken sadece twitterdakiler değil eminim salondakiler de ''Who was that starnge Turkish woman wanting World Peace'' diye ortalığı ayağa kaldırmışlardır. Seriously Meltem ?

Hey Brad ! ''We really need to talk about Angelina!'' Geçtiğimiz sene olduğu gibi bu sene de zarafetini Atelier Versace elbisesiyle sürdürmeye çalışsa da çuvalladığı yer kolları oldu, bir Etiyopyalı kadar zayıf ve sağlıksız görünen Angelina'nın yapmış olduğu bu kadar pozitif olaya rağmen hala ''Curved Woman are the Best'' kampanyasına destek olmamasına anlam veremiyorum.
Gecenin kuşkusuz en dikkat çeken ve şık olan 5 kadın oyuncusu.
Şahsen ben kaçırsam da ''Downton Abbey'' için ''En iyi TV Filmi / Mini Dizi'' kategorisindeki ödülü alması için sahneye çıkarken neredeyse düşmek üzere olan Elizabeth McGovern'ın herkesi güldürdüğünü okudum. Kadın oyuncu dalında ödülü bir kez daha Kate Winslet'a kaptıran Elizabeth'e de teşekkür etmek istiyorum. Zira gecenin asıl kraliçesinin kim olduğunu öğrenmiş olduk. Jenny Peckham elbisesiyle Winslet'ı salonun en arkasına oturtan akademiye bir çift lafım vardı, ama aynı zamanda Julianne Moore ile aynı masada oturmuş olmaları içimi nasıl ferahlattı, beni nasıl mutlu etti anlatamam. Bu arada sözlüğü açtığınızda zerafet yanında Kate Winslet yazıyor değil mi ?
Hepimiz Meryl Streep'in ''I dont a give a shit to the Fashion'' mottosunu bildiğimize göre dün gece ne kadar paspal olduğundan bashetmeme gerek yok, mürebbiyeler gibi kapalı giyinen Michelle Williams'ın gecenin en şıkı olmaması ise ''Kezban goes Paris'' temalı saç bandıydı !1 Nisan'da geri dönecek olan ''The Killings''in yıldızı Mireille Enos'un ödülü kucaklamayacağını bildiğim halde bir umut yeniden Julianna Margulies'in kazanabileceğini bekliyodum. Bir dalda daha umutlarım solarken Kate Winslet sonrası gecenin en şık kadını olarak onı görmem içime su serpti diyebilirim.
Şıklık yarışına devam etmeden George Clooney'nin ''penis envy'' temalı konuşması bknz Fassbender'a düzmüş olduğu methiyeler gecenin de son bombasıydı sanırım. Ewan MvGregor, Adam Levine ve Ricky Geravis'in gecenin en şık erkekleri olduklarını söylememe gerek bile yok.

Söke söke ''Hugo''nun hadi o olmadı ''the Help''in ödülü kazanmasını beklerken (I dont give shit to damn statistics) ''The Descendants'' ödülü kazanması ise ''Game of Thrones''un ''Drama Dizi'' dalında en iyi ödülünü alamaması kadar bomba etkisi yarattı. 15 Nisan'da geri dönecek olan dizinin yıldızlarından Peter Dinklage da yine -en azından- Emmy'lerde olduğu gibi 'erkek oyuncu' dalında yüzümüzü güldürdü. Bu arada !F'in tweetine göre de 'The Descendants' programları içierisinde yer alıyormuş.

Kimileri Madonna'nın ödül kazanmasını reytinglere bağlasa da ohh common 5 şarkı arasında en iyisi onunkiydi. Animasyon kategorisinde hiçbir filmi izlememiş olsam da ''Tin Tin''in senenin en görkemli yapımı olduğuna kalıbımı basarım.(Gerçi o da senaryo açısından 0dı ama?) Yabancı Filmler'den henüz ''A Separation''u izlememiş olsam da nasıl ''The Skin I Live In''den daha kallavi bir yapım olabilir merak ediyorum.
Tıpkı senaryo dalında olduğu gibi komedi / müzikal alanında da ''Midnight In Paris''in kazanmasını beklerken aslında beklendiği gibi ödülü kazanan tıpkı başrol oyuncusunun da yapığı gibi ''The Artist'' oldu. Böylece iki ödülle ayrılan The Descendants'ı geçerek 3 ödülle gecenin filmi oldu. Bu arada dram yanı ağır basan ''50/ 50'' o kategoride yer kalmadı da komedi /müzikale sığdırdık izlenimi veriyor.

Yazıyı gecenin geri kalan şık isimlerini sayarak bitirmem gerekiyosa o halde top 5imi sıralarım.
1: Kate Winslet
2: Julianna Margulies
3: Emma Stone
4: Evan Rachel Wood
5: Salma Hayek
pics: instyle.com / jj.com

15 Ocak 2012 Pazar

TOMBOY - THE MOVIE

Berlin Film Festivali dahi çeşitli festivallerde gösterilip ödül toplayan ''TomBoy'' kuvvetle muhtemel ülkemizde gösterilmeyip belki bir şans !F Bağımsızlar'da karşımıza çıkabilir ! Filmin Fransız yönetmen ve senaraisti Céline Sciamma'nın anlattığı psikolojik-dram hikaye de her yönüyle reel.
9-10 yaşlarında olan Laura ve ailesi (hamile bir anne, bir baba ve küçük kız kardeş Jeanne) daha öncelerde olduğu gibi yeniden taşınırlar. Sadece kıyafetleri ve görselliği açısından değil kendini her anlamda erkek gibi hisseden Laura ise yeni muhitlerinde kendisini Michael olarak tanıtır. Sıkılgan durumu nedeniyle sürekli çekingen davransa da bulduğu kız arkadaşı Lisa sayesinde annesi derin bir nefes alır, tabi herkese de kendini erkek olarak kabul ettirebilmiş olmanın da ferahlatıcı duygusunu taşıyor. Öte yandan Laura, Lisa'yı içinden geldiği gibi sevse de Lisa onu Michael olduğu için seviyor ve tabii ki de annesi de sonunda Laura'nın kendini bulduğunu düşündüğünden memnun kalıyor. (Bir anlamda alan memnun, satan memnun).
Pek yakında açılacak olan okullar yüzünden hem psikolojik baskı hisseden hem de cinsel kimlik bunalımı geçiren Laura kesinlikle filmde övgüyü en fazla hak eden kişi, yaşı küçük olmasına rağmen karakter derinliği bu kadar zengin olan bir kişiyi canlandırabilmesi bence inanılmaz. Ancak bunun yanında kardeşi Jeanne bile inanılmaz tatlı bir şekilde hatta kimi zaman yaşından büyük diyaloglarla karşımıza çıkıp, ablasına destek olurken anne ve babasının bu kadar umarsız durmuş olması garip. Belki bu açıdan senaryo biraz zayıf kalmış olabilir. Hem kızının gerçek kimliğini bulmasını isteyen bir anne, ama öteki tarafta da filmdeki iki climactic andan biri gerçekleşene kadar hiçbir şey yapmıyor (ki o da başka bir karakterin katalizör olması sonucunda gerçekleşmekte) onunla empati kurup hissettiklerini anlamaya çalışmak yerine bir elbise verip şakkadanak gerçekleri açıklaması için onu peşinden sürüklemesi de pek sağlıklı değil kanımca. Öteki tarafta baba bu konuda yine de daha ılımanmış gibi geliyor.
Karakter analizleri yapabilmek adına oluşturulmuş mükemmel bir film, ayrıca izleyecek olursanız da her çocuk oyuncunun hal ve tavırlarına, mimiklerine odaklanın derim, donuk ve buz gibi oynayan ebeveynlerin yanında filmde hepsi de parlıyor. Filmin en dokunaklı sahnelerin iki kardeş arasında geçtiğini düşünürken, iki cliamctic andan biri olan yüzmeye gitmeden önceki sahne ise -itiraf etmem gerekirse- şapşal bir şekilde sırıtmama neden olurken aslında filmin en vurucu yeriydi, kanımca bu sahne için bile seyredilir ve son olarak iki kardeşin banyo yaptıktan sonra Laura'nın çırılçıplak gözükmesinden de rahatsızlık duydum. Hiç kuşkusuz 2011in en çarpıcı yapımlarının başında gelse de, sonunun pek bir havada kalması bu açıdan beni pek de tatmin etmedi gibi.


ps: filmde iki kardeşin dayanışması ve birbirlerine karşı olan bu güçlü sevgileri bana geçen sene izlediğim bir başka !f filmi ''El Ultimo Verano de la Boyita''daki iki arkadaşı anımsattı.

13 Ocak 2012 Cuma

THE ONE THAT WE WERE TALKING HOW BEAUTIFUL CHARLOTTE GAINSBOURG'S NEW ALBUM IS

Sanırım en az Ivy bebek kadar şanslı olan biri varsa o da Charlotte Gainsbourg'dur. Dünyanın en çapkın ve karizmatik bir de Marie Antoinette sonrası en ünlü Fransızı  Serge Gainsbourg ile dünyanın en cool İngilizi Jane Birkin bir araya gelirse belki ortaya Eva Green kadar şehvetli ya da Emma Stone kadar tatlı biri ortaya çıkmayabilir, ama ''gifted'' olma özelliği soy adında saklı biri desek ?
86'da 15 yaşındayken babasıyla beraber çıkarttığı albümü saymazsak - ya da sayalım çünkü en sevdiğim şarkıları orada- yeni bir şeyler duyabilmek için tam 20 sene bekledik. Tamam ben beklemedim zira sene 2006da da kendisinden haberdar değildim, ancak bu sefer yaptığı şey onda güzel tatlar bırakmış olmalı ki çok geçmeden üçüncü albümü 2009da piyasaya sürdü, işte bu noktadan sonra ya yine 20 sene beklemek zorunda kalsaydık ?
James Blake ve Lyke Ki ile Harper's Bazaar US Dec / Jan 2012 sayısından

Buram buram Fransız pop'u kokan ilk albüm ''Charlotte For Ever'' sonrası olgunlaşma sürecinde alternatif suları keşfeden Charlotte ''5.55''te poptan vaz geçmese de o saf Fransız ayakları yerine biraz daha edgy, albümün gözdeleri ise ''Jamais'' ve numeroloji kodları hissi veren ''AF607105'' ile ''5:55''. İngilizce ağırlıklı olan albümden sonra gelen ''IRM''de ise alternatif hava devam ederken ortaya çıkan biraz daha deneysel olmuştu, Birkin ve Gainsbourg'dan duymaya alışık olmadığımız tarzda kendine yol çizen Charlotte yanına Beck'i alarak devam etti. Hatta albümün prodüktörlüğünü dahi o üstlendi. Albümden yayınlanan ''Heaven Can Wait'' ve ''Tricky Pony'' de seviyeyi tamamıyla başka bir düzeye çekmiş, yani en son albümüne bakınca aslında oluşan tarzın temellerinin o şarkılarda atıldığı belli. Indie, elektro-pop havası bu sefer de ''Terrible Angels''da tam anlamıyla elekto, indie-dance olarak karşımızda hatta.
Yeni albüm ''Stage Whisper'' iki farklı cd'den oluşmakta. İlk kısımda tam 8 sıfır model şarkı yer alırken, ikinci cd bir best-of havasında, üstelik şarkılar orjinal kayıtlar halinde değil canlı performanslardan oluşmakta. Tamam yeni şarkılar beni mutlu etse de itiraf etmem gerekirse benim daha fazla beğendiğim kısım canlı kayıtlar. Önceki albümlerdeki smooth hava yer yer bayıcı olmaya kadar giderken yeni kayıtlardaki dans beatleri aslında bu seferki şarkıları sadece iyi değil eğlenceli de yapmış. Tüm bu elektro hava ise yine elbette Beck'ten ötürü.

Özellikle ilk albümünde ''Elastique'' ve ''Lemon Incest''de yaşına göre fazla erotik bir tonla şarkıları söyleyen Gainsbourg'un -gerçi bu konuda belki anne Birkin'in özellikle ''Je t'aime, moi non plus'' şarkısı ilham alınmıştır- o halleri üzerinden ise fazla sular akmış. Son iki albümdeki istikrar göz önüne alınırsa Charlotte tarzını yakalamış bile, gerçi hiç belli olmaz gelecek sefer de belki ''alternatif''' rock denemeye kalkışır ?
ps: Bu cuma, yani bugün Charlotte Gainsbourg'un de içinde yer aldığı ''Melancholia'' vizyona giriyor. Haftaya çarşamba ve perşembe ise anne Jane Birkin, Serge Gainsbourg şarkılarıyla Japonya için Babylon'da sahnede !  Gainsbourg'un moda ve sinema macerası ise başka posta.

11 Ocak 2012 Çarşamba

THE ONE THAT I TOLD YOU HOW I WAS AMUSED BY ''LOTUS EATERS''

Irlandalı yönetmen Alexandra McGuiness'ın ilk filmi olan "Lotus Eaters"ın bizleri eğlendirmesi ve başarısı sadece izleyicileri değil yönetmenin kendisini bile fazlaca şaşırtmış. Ilk filmi icin her zaman ülkesini ya da sıcak bir aile hikayesini anlatacağını düşünen Alex belli ki tamamıyla yolunu kaybetmiş. Zira ilk filminde sex- uyuşturucu- sınırsız özgürlük/eğlence ve dibe vurmuşluk kavramları üzerine yoğunlaşmış. Londra'da yazın geçen bir hikaye, bolca parti ve bir grup fazlaca şımarmış arkadaş.
Tam bir öğrenci - yönetmen filmi olan Lotus Eaters'ın dikkat çeken taraflarından biri kıyafetler. Biraz burjuva -elit ama ayni zamanda indie takılan gençlerin kıyafetleri kimi zaman Topman ruhunda kimi zaman da St. Martins tasarımları ya da Dolce & Gabbana meets young talents kıvamında. Filmin modayla alakalı olması bu kadarla da sınırlı kalmıyor. Filmin yapım aşamasında Alex görsel yönetmenle fazlaca Helmut Newton ve Lindeberg'ün bugüne kadar çekmiş oldukları siyah-beyaz moda fotoğraflarına sığınmış. Zaten filmin bir anlamda da dergiden fırlamış editöryal havasında geçtiğini söyleyebilirim, baştan beri Alex'in istediği de bu olduğundan sonuç başarılı. 
İlhamlarını buradan alan ikili, filmi siyah-beyaz çekmenin yani sıra zaman zaman "A Single Man" ve "I am Love" zarifliğinde de ekrana yansıtmış.

Londoner upper class indie grupie'nin hikayesi Guillaume Canet'nin "Les Petits Mouchoirs"ın başka bir versiyonu aslında. Ya da daha iyi bir benzetmeyle modayla, sanatçı, oyuncu ve sanatla bu kadar iç içe olmasından ötürü Jane Birkin'in rol aldığı 60lar filmi ''Blow Up''la da bağdaştırabiliriz. Hem de Alex'in bakış açısı ve yönetme şekli de o ruhun yeniden canlandırılmış hali gibi.
Lüks-boho hayatın anlatıldığı hikayenin bir diğer ilgi çekici yanı da müziklerdi. Hatta film Glastonbury Festival alanına kadar bile uzanıyor. Tabi arkadaşların bir kısmı da yatlarla Güney Fransa sahillerinde gezinirken. Filmde yer alan oyuncuların çok büyük kısmının ilk deneyimi bu. Aynı zamanda hepsi de genç, yalnız hikayeyi bu kadar doğal yapan sadece bu değil. Alex yapim sürecini anlatırken şöyle dedi. "Senaryoyu oyunculara verdik, ancak film çekilirken onlardan da bir şeyler katmaları istendi.'' Yani filmin belirli bir kısmı da doğaçlama.
Film ilk gösterimini 'New York Tribeca Film Festivale'nde gerçekleştirdi. Üst sırada tam ortada yer alan Alice (Antonia Campbell- Hughes) filmin baş rol oyuncusu. Ex-model, actress to be Londoner Alice etrafında dönen hikaye fazlaca arkadaşları ile olan iletişimi üzerine kurulu. Sağ yanında yer alan Orna (Cynthia Fortune Ryan) -ki bana Daphne Guiness'i hatırlatıyor- filmin hem ''villain''i hem de yıkıcı gücün tetikleyicileri arasında, aynı zamanda en derinlikli karakter olan Orna'nın çok alışılageldik bir biçimde dipten gelen savunmasız bir tarafı da var.
Her ne kadar ''hikayenin bitişi ile bir mesaj vermeye çalışmadım'' dese de ''yok edilme'' teması filmin can damarı, özellikle bunun üzerine kurulu olan filmin final sahnesi de 80dk'lık filmin en can alıcı noktası. 

Konu üçüncü filme gelince Alex kampını bu sefer de Berlin'e taşımış. Biraz rüya, biraz film içinde film. Gelecek güz vizyona girecek filmde aynı zamanda daha fazla internatioanlly-known oyuncularla çalıştığını soyleyen Alex genelde kadrosuna aynı insanları seçerek setinde aile havası yaratmayı sevdiğini de ekledi. İrlanda ruhu bu olsa gerek. Ufak da bir not gösterim öncesi (Randevu Istanbul Festivali'nde gösterildi film) yan masamda oturduğunu film sonrası söyleşisinde fark ettigim Alex ultra fashionable extra guzel bir Kate Moss gibi.
Kimi zaman bazı arkadaşlıklar ''Friends''deki gibi samimi ve saf değildir. Dışarıdan her şey harika görünse de ortamın bir parçası olma hissini sizde uyandırsa da sonunda belki de en iyisi sadece özenerek izlemektir.

PS. Filmin yapım aşaması ve yeni film hakkındaki bilgileri gösterim sonrası gerçekleşen söyleşiden derledim, yaptığım kolajlar ise Alex ve filmin cinematographer'ı Gareth'in yapım aşamasındaki moad-board'undan. (Filmin facebook sayfasına bakabilirsiniz). Ayrıca karelerin canlanmış halini de filmde görmek mümkün.

6 Ocak 2012 Cuma

ME IS 2 !!

Blogum bugün ikinci yaşını kutlarken sevgili medyatik arkadaşlarım blogumda yayınlamam için ufak ufak notlar göndermiş. Hem de ben istemeden, kendi kendilerine !
  • Gözlerim kadar güzel ve derinlikli yazılar !  EVA GREEN
  • 10 yıl boyunca Vogue'da Fransız Kadınları için yapmaya çalıştığım şeyi sen de 2 senedir Çağdaş Istanbul Gençleri için yapıyosun ! Bravo ! CARINE ROITFELD
  • Varisim belli ! ANNA WINTOUR
  • Belki yakışıklı olan benim ama blogun olmadan olan bitenden bi haber olup, arkadaş ortamında iki çift laf edemezdim. RYAN GOSLING
  • Yoksa yeni bir centilmen mi yetişiyor? TOM FORD
2011 öncesi yazılarıma baktığımda cidden ''bunları ben mi yazmışım?'' dediğim yazılar var, ama son zamanlarda geriye dönüp baktığımda ciddi anlamda blogumu ''yeah, that's my man'' tarzına çevirdiğimi gördüm.

Men's Health ve Bazaar Türkiye editörleri Emre Kurtuluş ve Serli Gazer ile dergi hazırlamak ve editör stili üzerine @travelerbug ile de Hindistan hakkında yaptığım röportajlar kuşkusuz hazırlaması en eğlenceli olanlardı. Tek bir film hakkında yazmak yerine kimi zaman oyuncu bazlı yazdığım yazılar da hatta bir anlamda ''profil yazıları'' da yine dönüp baktığımda en sevdiklerimden, ki onlar; Ryan Gosling- Eva Green- Natalie Portman ve Charlotte Rampling hakkındalardı. Bunlar arasına bir de Lana del Rey'i eklemeliyim sanırım.

Bir de bir tema belirleyip popüler kültürün tüm dallarına saldırdığım yazılarım var ki, hazırlama süresi oldukça uzun olmasına rağmen sonucu beni inanılmaz tatmin etmişti. ''Fetiş'' ve ''Tablodaki Aşk'' yazılarım buna en iyi örnektir her halde.

Özellikle ''The Killing'' ve ''Downton Abbey'' yazılarım sonrasında da anladım ki diziler hakkında yazmaya bayılıyorum, genelde fazla derine inememekten korktuğumdan film eleştiremesem de ''Black Swan'', ''Bill Cuningham'', ''Güç Sembolü: Evimiz Hollywood'da'' bir de ''Meek's Cutoff'' ve ''The Shining'' hakkında yazdığım ödevleri de paylaşmışlığım var.

Bir de moda ! Fazla moda ''yazım'' yok, ancak her konuyu (diziyi-filmi ya da kişiyi) moda bakış açısıyla da yazmayı seviyorum. Yine de mevsim başlarında yazmış hazırlamış olduğum ''top looks'' ve ''Kanye West on Runway'' yazımla sanırım doping yapmış olabilirim az biraz. Aaa bir de nasıl unuturum ! Dergi kapaklarım var ? Nasıl orjinaller değil mi ?

2012de daha fazla sinema ve dergiler hakkında yazmayı planlıyorum, ama genelde planladığım şeyleri pek yapamıyorum. Bir kaç röportaj ve collobrationlar da ufukta görünen diğer yazılar ama sanırım.

Aslında neden böyle bi post hazırladığımı ben de bilmiyorum, birkaç kez yazıp yazıp sildim, best ofvari bu post biraz anlamsız geldi, ama blogu yeni yakalayanlar içinde kısa bir cv olmuş oldu sanki =)

4 Ocak 2012 Çarşamba

GREAT EXPECTATIONS & DOUGLASS BOOTH

İngiliz Edebiyatı'nın en popüler eserlerinden biri olan ''Great Expectations'' zaten defalarca uyarlanmıştı hatta en popüler versiyonu da 90ların sonunda Gwyneth Paltrow ve Ethan Hawke'u bir araya getirmişti. Şimdi hikaye yeniden uyarlandı. Aslında iki değişik versiyonla. İlki geçtiğimiz haftalarda 3 bölümlük mini-dizi halinde BBC tarafından yayınlandı. İkincisi ise ilerki aylarda vizyona girecek olan Helena Bonham Carter'lı versiyon. Elbetteki Estelle değil, gotik kadın Ms Havisham rolünde.
Her neyse; konumuz BBC yapımı olan dizi ve (baş rolünde daha önce Ethan Hawke ve Ioan Gruffudd gibi oyuncuların bulunduğu  ki 2012 yapımında da Jeremy Irvine yer alıcakmış) Douglass Booth. Onu daha önceden pek tanımıyoruz, ama büyük ihtimalle önümüzdeki yıllarda çokça karşımıza çıkabilir. Burberry'nin kampanyalarında boy gösteren Booth 2012de vizyona girmesi planlanan ''Romeo & Juliet''de de baş rolde. Üstelik rol arkadaşları da Holly Hunter, Ed Westwick ve Hailee Steinfeld. Hikayeyi yeniden yazan ise ''Downton Abbey'' ve yakında gösterilmeye başlanacak ''Titanic''in de yazarlarından Jullian Fellowes. Daha önceki postlarımda da yazdığım gibi artık herkes yeni projeler yaratmakta kısırlaşmış gibi. 90ların sonunda Jack, Romeo rolleri ve ''baby face'' hali nedeniyle birden yıldızı parlayan Leo Di Caprio'nun da yeniden yazımı gibi aslında Booth.
Modelliği asla düşünmediğini ve modadan anlamadığını dile getirse de Christopher Bailey'e inandığından ve aynı kampanyada Emma Watson'un da yer aldığından bu işe el attığını da dile getiriyor. Giyim tarzı her İngiliz gibi cool ve Muse and Burberry inspired. Romeo rolünü kabul etmesindeki en büyük etkenin yıllar önce yazılmış olmasına rağmen hala günümüze çok uygun olduğunu görmesi ve karakteri oynarken diyalogları sadece ezberden söylememesi fakat yaşayabildiğini fark etmesi olarak gösteriyor.

Başrol, yakışıklı, genç ve baby face. Karşısında duran kişiyi daima tanıması gerektiğini ancak böylece işlerin yürüdüğünü söylüyor, ekranda çok ateşli görünmüş olmasına rağmen rol arkadaşlarıyla öpüşürken o anı sadece karakteri olarak hissettiğini ancak gerçek yaşamını etkilemediğini ve Douglass olarak ona bir şey ifade etmediğini de şiddetle belirtmiş, ya da kız arkadaşlarına lafı çakmış ? Douglass aynı zamanda bu özellikleri sayesinde de kanımca dizinin kolayca promote edilmesini sağladı. Dizinin varlığından bile haberdar olmayan ben tumblr'ı açmamla tüm ergen ruhlu kızların diziden oluşturmuş oldukları giflerle ve screen caplerle yapmış oldukları postlar sayesinde izlemeye koyuldum.
Ufak da bir not, küçükken disleksi olduğunu dile getiren Booth'un şimdiki yaşamı o zamanlar hayallerine bile giremeyecek kadar masalsıymış. Ve kendisi aynı zamanda Brit Vogue'un 2012de izlenmesi gereken kişiler listesinde de yer alıyor. Kısacası sadece Abel Magwitch (Ray Winstone) ve Miss Havisham'ın değil, bizlerin de ondan büyük umutları var.

Diziye dönecek olursak; '99 Charlotte Rampling uyarlamasını seyretmemiş biri olarak da olsam '98 çağdaş-uyarlamanın aksine BBCnin 3 bölümlük dizisi romanı ekrana taşırken her zaman olduğu gibi ilgi çekmek için bazı ayrıntıları dramatikleştirmek için değiştirilmiş olsa da genelde sadık kalınmış. Zamanın değiştirilmemesi diziyi kostüm / tarihi -dram kategorisinde de etiketlerken aynı zamanda Ms Havisham'ın malikanesini betimlerken de ciddi bir prodüksiyon yaratmışlar, ki bence insanın hayal gücünün birebir yansıması da diyebilirim, bulunduğu ortamla özdeşleşen Gillian Anderson (Ms Havisham) ise kesinlikle seride en iyi oyunculuğu çıkartan isimdir bence.
Evet, yanlış duymadınız Dana Scully karşımızda, hem de şimdiye kadar yapılmış adaptasyonlar içerisinde de Havisham'ı oynayan en genç kadın oyuncu özelliğiyle. Aslında Anne Hathaway'in ''Alice in Wonderland''de çizmiş olduğu karakterin biraz daha karanlığı da diyebilirim, onun hareketleri için, ancak ses tonu değişmeden. Unutmadan bir tanıdık isim daha; ''Game of Thrones''un merhum Viserys Targaryen'i Harry Lloyd da ''Jane Eyre''den sonra bir kez de burada karşımıza çıkıyor.

Birinci bölümün ağır temposuna kanıp geri kalan 2 bölümü kaçırmamaya gayret edin bence ! Zira final bölümündeki dramatic climactic bölümler kaçmaz !

3 Ocak 2012 Salı

TV'NİN YENİ SİYAHI! HELL ON WHEELS

East as the past
West as the future
Günah çıkarmak üzereyken öldürülen bir adamı tasvir ederken hikayenin anlatılmaya başlandığı dizide kan ve vahşet daima ön planda. Zaten dizinin mottosu da şu: ''Blood will be spilled. Lives will be lost. Men will be ruined.'' 1800lü yılları anlatan dizi yani tarihsel dramlardan. ''Into The West''in konulardından da biri olan 'Amerika'da Demir Yolu Yapımı' teması bu sefer dizinin ana konusu. Elbette beyaz, püriten / wasp Amerikalıların da siyahlara ve kızılderilelere olan bakış açısı da bizlere sunuluyor. İç Savaş Sonrası yılları tam anlamıyla hikayenin zaman kavramını çizdiğinden aynı zamanda Kuzey ve Güney çatışmalarına ve her ikisin siyahlara olan tutumu da ön planda.

Bir tarafta güneydeki yaşamını bırakıp -yolu sonunda- demir yolunun yapım aşamasında çalışmaya kadar gelen Cullen Bohannan'ın (Anson Mount) hikayesi anlatılırken -ki zaman zaman geçmişe dönerek karakterini çözmemize yardımcı olan bir derinliğe sahip, bir de adamın içinde yer alan yerinde kin duygusu var ki, ciddi anlamda ileride çok canlar yanacak- diğer taraftan da Orta Vahşi Batı'nın en vahşi kabilesi Cheyenneler tarafindan katledilen bir kocaya sahip olan Lily Bell'i (Dominique McElligott) izliyoruz. 

Demir yolunda çalışan işçilerinin tamamının siyah olması ki bunlardan biri de Elam (Common), siyah-beyaz ilişkilerinin sadece sözde değil tam anlamıyla önümüze serilmesine de neden oluyor. 50 ve 60ların hikayelerinde karşımıza çıkan siyahlara ayrı otobüs- bar gibi kavramların o yıllardan başlandığı gösterilirken bir diğer ''öteki'' fahişeler de hikayenin ortasında. Beyaz adamların, siyahlarla beraber olan fahişelerle yatmadığını biliyor muydunuz peki ? Sonsuz umutlar ülkesi Amerika'nın ''melting pot''u içerisinde vaftiz olup Hıristiyan olan bir kızılderili, bir papaz, kapiatlist demir yolu işletmecisi Thomas Durant, İsveçli, bir de İrlandalı iki kardeş karakter de yer alıyor. Dolayısıyla farklı katmanlardan olan karakterler de her birinin gözünden Amerika'yı gözlemlememize yardımcı olup halkların ülke içindeki durumunu daha iyi anlatıyor. 

İlk bölümlerde sadece Union Pacific'in batıya doğru ilerlemesi karşımıza çıkarken senaryodan ve tarihten dolayı bir de Central Pacif'in yapım aşamasında olduğunu biliyoruz. UP'in diğerine karşı olan hırsı ve onunla olan yarışı aynı zamanda öldürülen koca ve geriye kalan batının pamuk prensesi Lily de her iki demir yolu şirketinin arasında bir bağ kurdurup tarihsel dramı başka bir boyuta da taşıyacak gibi. 

Türevlerini pek göremediğimizden de olabilir ama kendi dalında oldukça esaslı olan ''Hell On Wheels'' kanımca ''Into The Wild''dan bu yana en baba western dram'lardan biri hem de IMDb'den 8.2 almış. AMC yapımı olan dizi eğer ki HBO elinden çıksaydı sonucu düşünemiyorum bile ! Üçüncü bölümün sonunda hikayenin iyice alevlendiği dizi ilk iki bölümüyle sizi sıkabilir uyarmadı demeyin ! Gerçi sürekli silahlar çeklip kan dökülse de aksiyon pek yok, ne de olsa Hollywood yapımı izlemiyoruz. Ancak şu anda ''Game of Thrones'' sonrasında TVde gösterilen en oturaklı yapımdır kanımca. Belki görkemi aksiyon ve görüntüsünde değil ama senaryosunda ! 

2 Ocak 2012 Pazartesi

APOLLO BOY MAG: NO 17 || ENVY ME ISSUE

Popüler kültürün en kıskanılan iki soyadı Gainsbourg ve Birkin ! Onlardan olup da ünlü olmayan yok !
Üstelik ünlü olan tek Fransızlar onlar da değil.
Modadan modern sanata hatta sinemaya kadar uzanan başka bir aile daha The Roitfelds.
Modadaki Missoni hanedanlığı.
ve sinemadan Skarsgaard'lar.
ve daha fazlası !