23 Şubat 2012 Perşembe

TOP 10 MOVIES

Dağıtılan onca ödül, açıklana onca adaylık, Box Office yarışı ve Oscar Adaylıkları! Sanırım 1 yıl içerisinde seyrettiğim tüm filmlerin Top 10'ini yapma zamanı geldi. (Evet diğer listeler aksine maalesef bunu 2011 Aralığında yapamazdım). Ki itiraf etmeliyim ki yapılması en güç listeymiş filmleri sıralamak. Kendimle yaptığım şiddetli kavga sonucu ise 2011in Oscarları sonrasında izlediğim filmlerden listeyi oluşturmak istedim, ancak buna ek olarak Oscar'lara kadar uzanamasalar da festivallerde falan seyrettiğim şahane filmler de mevcuttu. Eğer o filmleri listeye katsam, herşey alt üst olabilirdi, maalesef onları tamamıyla liste dışı bırakarak, sene içerisinde izlemiş ve beğenmiş olduğum diğer filmleri de liste altına eklemekte buldum çareyi.

PS: Okumadan önce düşülen bir ön not, sanırım filmleri sevmemin en büyük nedeni önce senaryosu, sonra da yönetmenin filme kattığı bakış açısı, dolayısyla sanki az biraz senaryosunu en fazla sevdiğim filmleri sıralamış gibi de olabilirim.


10: Beginners
Bir kere senenin en sade ve sevimli filmi. Üstelik köpek ''The Artist''dekinden daha havalı. Ewan McGregor ve Melanie Laurent'in tatlı aşkının yanında ödül sezonunda gay baba rolünde Christoper Plummer öne çıktı. Filmin beni çeken yanı ise senaryosu ve yönetimindeydi. Tıpkı Patti Smith kitabında odluğu gibi ''şu yılda şunlar böyleydi''ve McGregor'un işinin anlatıldığı sahneler beni en fazla büyüleyen yerler oldu.

9: Carnage
Esasında sahnedeki halini de çokça merak etsem de Kate Winslet'ın filmdeki kusma sahnesi, Jodie Foster'ın şişen damarları ve yönetmenin Roman Polanski oluşu filme olan ilgimi bu kadar yüksek düzeyde tuttu. Küçük, saçma ve daha da önemlisi basit bir konudan çıkan tartışma, sona doğru büyür evlilik ve kadın erkek ilişkilerine kadar ilerler, tüm absürd oyunlar gibi sonunun nasıl biteceği konusunda sürekli tavanda olan heyecan ve insanın bir dakika dahi yüz kaslarını rahatlatmasına izin vermeyen kahkaha attırıcı senaryosu -uyarlama olsa bile- / kurgusu ile senenin en iyi filmlerinden biri olma nedeni bence.


8: The Ides of March
Politika hiç bu kadar ilgi çekici gözükmemişti sanırım bana. Ryan Gosling, George Clooney, Evan Rachel Wood ve sinir bozucu karakteriyle Paul Giamatti. Clooney ve Gosling bir kenara senaryosunun politik düzeyinin az olması ise sanırım filmi sevmemin en büyük nedenlerinden. Seçim kampanyaları, oy pusulalarının verdiği gerginlik, ihanetin ve dönen dolapların getirdiği entrika ile mezelenen filmin en fazla parlayan yıldızı ise bugüne kadar hiç olmadığı kadar sert ve güzel oynayan Ryan Gosling bence. (Evet 'Drive'dan bile daha iyi.)

7: The Help
Çok sert kaçmak istemem ama bir yerden sonra tıpkı Türk dram dizilerinin ya da Mahsun Kırmızıgül gibilerinin  insanların duygularını sömürerek iş yapmaya çalışması gibi görüyorum siyahların Amerika'nın kuruluşundan günümüze kadar yaşadıklarının filmleştirmelerini. Diğer filmlerdeki kötü adamların daime siyahların olması ve siyah hikayelerinin de olabildiğince insanı ağlatma çabası ise başka bir durum. Ancak yine de -belki de bu kabaca- yaklaşımım ''The Help''e bayıldığımı, bir saniyesinde dahi sıkılmadığım gerçeğini değiştirmeyecek. Yani sömürün beni.


6: The Artist
Kostümler 'glamouros', Berenice, Marion'dan hallice (hala bu rolü onun oynaması gerektiğini düşünüyorum) Jean Dujardin ise ismini söylemesi en hoş erkek oyuncu, rakipleri arasından ise sevimlililiği ile göze çarpan isim. Onca entrika, gizem ve sinemanın son teknolojisinin kullanılarak yapılan diğer filmlerin aksine geçmişe göz kırptığından hepimize sevimli gelen filmin yine de bütün erkek oyuncu ve en iyi film ödüllerini kazanması ise gün sonunda ''enough is enough'' dedirtmiyo değil. Ek olarak sanat yönetiminin ''Hugo'' ya da ''Midnight in Paris''den daha iyi olup olmadığı konusunda kararsız kalsam da Oscar Adaylıklarının iddia ettiği gibi o kadar da şahane/ görkemli bir kurgusu yok.


5: A Seperation
Karakterlerin yalnızlıkları, insnalık, vicdan, adalet gibi konuları işleyiş bakımından insanın boğazınızı düğümleyen enfes bir senaryo. Beni ikilemde bırakan iki yanı var ancak. Çok daha ciddi ve duygusal bir konuya parmak bastığından senaryosu beyni etkileyerek ''Midnight In Paris''den daha mı iyi olmuş oluyor yani? Ya da sizi sarsması konusunda ''La Piel Que Habito''dan daha mı marifetli. Mesele sarsmak ve muhteşem bir filmin senaryo ise ''Incendies'' ikisinden de iyi değil mi aslında? Senaryonun kurgulanarak, kamera ve daha bilimum şeyle ekrandan aktarılması konusunda ''La Piel....'' hepsini sollasa da senaryo / hikaye açısından üçleme düştüm de denilebilinir.


4: The Girl With The Dragon Tattoo
İkinci kez vizyona uyarlanan filmin, açılış sahnesi, Rooney gibi bir karakterin yaratılması, sinematografisi ile ekrana yapıştıran filmin bir diğer iyi yanı da heyecanının bir an bile son bulmamasıydı. Fincher'ı, İsveç'i ve Daniel Craig'i de unutmamak lazım elbette. Klişe ağızla Mara'nın nefes kesici performansını ikiye katlayan şey ise filmin görüntüsü, kurgusu, sesleri ve diğer tüm teknik yönleri.

3: Drive
Californialı modern zaman super-man hikayesi, dokunaklı bir aşk masalı, Ryan Gosling ve Carey Mulligan. Salondan çıkar çıkmaz eve gidip albümünü indirmek isteyebileceğiniz film olma özelliği, Gosling'in deri eldivenleri, yengeçli bomber cekedi. Senaryonun Gosling'in back-ground'una pek fazla inmemiş olması gizemi katmerlerken, filmin sonunda -belki de beklenildiği gibi olsa da- değişik bir karaktere bürünmesi, yönetmenin Gosling'e odaklanması ve ellerini her sıktığında eldivenlerin çıkarttığı sesin kulaklarımıza kadar sokulması film bittğinde ağızdan dökülen ''vay be'' ünleminin çıkmasını tetikleyen nedenlerdendi. Cidden, bence, yönetmenlik harikası bir film öte yandan. Evet evet, senenin yönetmenlerini sıralayacak olsam Martin Scorsese, Nicolas Winding Refn ve David Fincher.


2: La Piel Que Habito
Hikaye ve senaryosunu göz önüne aldığımda bu listedeki filmler arasında beni en fazla sarsan filmin bu Almodovar yapımının olduğunu söylemeliyim. Yılın en büyük şokunun filmin Oscar radarına girememesi olduğunu düşünüyorum. Filmdeki en büyük gizemin ortaya çıkmasıyla titreterek duvara yapıştırmasını ise başka hiçbir filmde yaşamamıştım. (Derken eskilerden''Savage Grace'' ve yukarıda da bahsettiğim gibi ''Incendies'' geliverdi aklıma). Bu arada ''A Separation''u geçip 2 numaraya koymamın sebebi ise filmin diğerinin aksine sadece senaryo güzeli olmaması. Gerçi 'A Separation'daki oyunculuğu da yavana atamam, ama yönetmenlik ve kurgu açısından LPQH sanki ezer mi? Yok yani böylede diğerleri gibi çok bilmiş bilmiş konuşmak istemiyorum, ama sadece beni etkileyebilmiş olma temasını göz önünde tutuyorum.

1: Hugo
''Immortals'' ve ''The Adventures of Tin Tin''i sadece görkemiyle değil, senaryo, kostüm ve kurgusuyla da ezen ''Hugo'' aynı zamanda bana / ağzıma bacak kadarken okuduğum fantastik / macera kitaplarının bıraktığı tadı verdi. Sinemanın geçmişine duyduğu saygıyla da beni büyüleyen filmin bir diğer özelliği de sanki es kaza büyülü bir şeyler keşfetmişim de beni dünyanın en mutlu çocuğu yapmış gibi bir havaya sahip olmasıydı.

1: Midnight In Paris
''Woody Allen ne yapsa büyülenirim''in dışında da bir şeyler vardı bu filmde. Lea Seydoux, Kathy Bates, Marion Cotillard işin artısı olsa da, daha önce de bahsettiğim gibi aklımdaki sinemaya uyarlanmasını istediğim 3 hikayeden birini çektiği için filmi bu kadar sevdim. 20lı yılların Paris'i sanat ve edebiyat dünyasının can bulmuş hali Fitzgerald ve Hemingway ile tanışmış olmanın heyecanı ve Paris sokakları. 

''3'', ''Friends with Benefits'', ''Crazy Stupid Love'', ''The Tree of Life'', ''Melancholia'', ''My Week With Marilyn'', ''MoneyBall'', ''Anonymous'', ''The Descendants'', ''Harry Potter'', ''Perfect Sense'', ''Super 8'', ''Made in Dagenham'', ''Room in Rome'', ''Hanna'', ''Potiche'', ''Never Let Me Go'', ''Incendies'', ''We Need To Talk About Kevin''. Ve daha sanırım unuttuğum birçok film. Offf listeyi yaparken yorulum. Istanbul FF ve FilmEkimi içerisinde /listesinden izlediğim hiçbir filmi de üstelik listeye eklemedim.

PS: Ödül sezonunda adları geçse de halen ''War Horse'', ''J Edgar'', ''Young Adult'' ve ''Extremely Loud Incredibly Close''u seyretmedim.

20 Şubat 2012 Pazartesi

THE LEADING WOMEN

Rooney Mara, Glen Close, Viola Davis, Michelle Williams ve Meryl Streep. Oscar'ların ''leading women''ı olduklarına göre onlar aynı zamanda senenin en fazla konuşulan 5 kadın oyuncusu.
''The Social Network''te onu gördüğümü kendime inandıramıyorum, hala hatırlayabildiğime dair her hangi bir kanıt bile yok. Google'dan ''then-now'' temalı fotoğraflara baktığınızda adete ''Beni Baştan Yarat'' tarzı bir yarışmanın kazananı sanabilirsiniz Rooney Mara'yı. ''The Girl With the Dragon Tattoo'' hakkındaki postumda da zaten kendisinden ''stil ikonu'' olarak bahsetmiştim, yine hatırlarsınız ki buradaki stil ikonu tanımının ''Alexa Chung bir stil ikonudur'' önermesindeki gibi bir şey olmadığını söyleyemiştim. Kıyafetler ve karakterin, yaşam tarzı ile uyumu gibi bir şey. İçine girdiği karanlık kıyafetlerle film için oluşturmuş olduğu karakterin içine girmiş gibi. Aslında ödül sezonu içinde kaderi tıpkı Jennifer Lawrence gibiydi, Oscar'larda da bu farklı olmayacak. Çokça ortalıkta dolandı, adı göründü, PRını yaptı  ve ''önümüzdeki senelerde bu ödülü almak için yeniden bu salona geri dönücem'' tavrını sergiledi. Eğer üzerimde bıraktığı etki söz konuysa ancak, ödülü Mara'nın almasını isterim, günlerce aklımdan çıkmadı, beni çarptı ve etkiledi. İzlediğim her film içinde onu düşündüm. Rooney kalp ben.
Kabul edelim her ne kadar da makyajın yardımıyla Glenn Close ''Albert Nobbs''da tam bir erkek gibi olmuş olsa da baston yutmuş gibi yürümesi, hal ve tavırları da bunun aksini iddia etmiyor. Biliyorum daha havalı bir şekilde, daha cool bir örnekle açıklamak isterdim ama, şimdi bir gün Nebahat Çehre'ye sormuşlar ''dizide Sultan rolünde nasıl bu kadar parlıyorsunuz?'' diye. Cevap şöyle: ''O takılar, o makyaj, o kıyafetleri sen de giyersen ister istemez halin tavrın değişiyor.'' Sanırsam anlatabildim? Senaryosu belki değil ama hikayesiyle ilgi çeken filmden Close sanırsam rakipleri arasında Mara ile en zayıf halka. Kişisel görüşüme göre fal taşı açılmış gözler ile gergin hatlarıyla botoksunu yeni yaptırmış şekilde rol yapan Close'un aksine Tilda Swinton çok daha fazla değerdi adaylık kazanmaya. Bu önerme de ''bence'' falan değil, kesinlikle öyle olmalıydı.
Kazanması durumunda üzülmeyeceğim ancak ''o kadar da değil'' diyebileceğim bir performansa sahip isim ise ''The Help''teki rolüyle Viola Davis. Yarım dönem boyunca görmüş olduğum ''Azınlık Edebiyatı'' dersi sonucunda izlemiş olduğum filmler neticesinde ''The Help'' bana hikayesiyle hiç de yabancı gelmedi. Sadece hikayesiyle değil oyunculuklarıyla da, elbette çekmiş oldukları çileler ve başlarına gelenler için hiçbir şey demiyorum, sonsuz saygım da var, ancak ne Viola Davis, ne de Octavia Spencer bu ağlamaklı duyguları karşı tarafa en iyi geçirebilen isimler olarak tek değiller. Bu arada Jessica Chastain performansı filmin en iyi şeyi.
Meryl Streep'in oyunculuğuna laf edebilecek insan evladı olduğunu düşünemiyorum. (Gerçi bence iş biraz da izleyici etkilemede bence, ki herkesin de etkilenmesini bekleyemeyiz). Onca adaylık/ ödüle sahipken hele. Kaldı ki 4, 4lük mükemmel bir oyuncu olduğundan bence kimse de laf etmesin. ''In Complicated'' ile bile aday olma kapasitesine sahip bir oyuncu olan Streep yine de beni o kadar tatmin edemedi. Belki de filmin senarosu ve yapısının çok zayıf olması da buna etkendir. Sanırım Streep ''The Iron Lady''de oynamasa hiç kimsenin filmi izlemeyeceği konusunda hemfikiriz ? Mesela kadın ''Julie & Julia''da da dev gibiydi, ama işin içine sanki iyi oyunculuk değil de mükemmel taklit yeteneği girişmişti, sanırım? Gerçi sonuç olarak duyguları gizleyip demir leydi gibi oynayan Meryl bunu başarabilmiş mi? Evet!
Diğer 3 adaylığın aksine tıpkı Meryl gibi ''My Week Withe Marilyn''de tarihten bir kişiliği oynayan Michelle Williams'ın da büyük ihtimalle çok büyük çekinceleri vardı role hazırlanmadan önce, bunca yıldır bize sunulan aptal sarışın rolüne artı olarak seks sembolü olan bir kadını oynamaktı görevi. Gel gelelim bize sunulanın sonucunda Marilyn'in bunlardan öte bir kişiliğinin olması ve Michelle'in doğallıkla bunu sergileyebilme yeteneği sanırım herkesin baştaki endişelerini ortadan kaldırmıştır. Sanırım Meryl ile Michelle'in farkı şu, her ikisi de oynadığı karakterin yerine geçmiş, ancak Meryl Tatcher'ı taklit ederek Williams ise Marilyn'i hissederek rolün üstesinden gelmiş. (Bir diğer deyişle, Meryl, Tatcher olmaya çalışmış, Williams Marilyn olmuş.) Sonuç olarak doğallıyla bana ''Marilyn mezardan mı çıkmış?'' dedirttirdi, aynı zamanda buna Vogue Deutsch kapağındaki haliyle ve film için çektirmiş olduğu diğer pozlar da dahil.

Yani; Oscar'ı kucakalmaları haline sevinme hissiyatım şu şekildedir:  
Michelle Williams > Rooney Mara > Meryl Streep > Viola Davis > Glenn Close
Yine de Meryl kazansa da neticede she is queen deyip üzülmeyebilirim, pfss Viola'ya az sevinirim dedimse de içim cız etti şimdi.
Öte yandan ''En İyi Film'' ödülü ile ahenk içinde olan tek isim ise sadece Viola Davis. 

PS: Golden Globe'larda Drama / Comedy olmak üzere iki farklı dal olduğundan hem Meryl hem Michelle ödülü kapmıştı , SAG sonucunda gülen taraf Viola Davis olurken (ki kimi bunu alan Oscar'ı da alır diyor) Bafta'larda gülen taraf yine Meryl olmuştu.

İyi olan kazansın!

18 Şubat 2012 Cumartesi

LIKE ME! INTERNET ÇAĞINDA KENDİNİ ANLAT BANA !

İtiraf edin hepiniz de internete bayılıyorsunuz? Blackberry daha karizmatik görünmekle uğraşsa da aman boş zamanınız kalmasın mottosuyla yola çıkarak internette ne varsa herşeyin app'ını yapan i-phone sayesinde trafikten bile şikayet etmiyebilirsiniz!

Twitter'ı, kişisel keşfedilme alanı olarak görüp 160 karakterle ziplenmiş bio'nuzu anlatabilirsiniz, ya da Facebook'a interaktif CV yükleyebilirsiniz, ya da orada burada 30 tane link paylaşmak yerine online kartvizitiniz about me'yi de oluştarabilirsiniz. 

Kendimi daha nasıl ifade edebilirim? derseniz de kişisel stilinizi / yaşam tarzınızı da gözler önüne serebilecek siteler de mevcut. Üstelikle totally fun ve easy. Yan etkisi ise sandalyeye oturmadan önce altınıza bir parça uhu sürme zorunluluğu!

Biannual yayınlanan Another Magazine'in, Another Loves sayfası buna en iyi örnek. Aynı zamanda örnek vereceğim diğer siteler arasından yaratıcılık / özgürlük konusunda en sınırlısı olan da o ! Another Editörleri arasından seçilen tüm alternatif / cool şeyleri beğenerek kendi kişisel stil profilinizi oluşturabiliyorsunuz. Stil demişken bunu giyinmek olarak algılamayın, yaşam tarzı meets kişisel zevkler gibi bir şey. Zira sitede karşınıza çıkabilecek şeyler arasında albüm kapağı / film posteri / kitap / dergi / Chanel elbise, Jackson Pollock tablosu, netten eklenmiş bir screen cap ile Kate Moss fotoğrafı /mimari bir yapı ya da Tommy Ton'dan bir street style örneği de karşınıza çıkabilir. Ancak dediğim gibi, zevkli editörler tarafından hali hazırda zaten seçilmiş ancak sizin beğeninize sunulmuş bir uygulama bu.
Gelelim ikincisine: Geçtiğimiz günlerde Fashiolista Event'inden ve Türkçe'ye çevirlmesinden bahsetmiştim. Sözlük anlamını yazacak olursam Fashiolista is the Facebook and Twitter of Fashion. Oldukça anlık olmasından dolayı Twitter gibi,öte yandan en ince ayrıntısına kadar sınır konulmadan kendinizi anlatabileceğiniz için de Facebook gibi. Beğendiğiniz stil ikonlarından, dergilere ve markalara kadar tüm boşlukları doldurup kendi stil ve moda anlayışınızı anlatabiliyorsunuz. Geri kalanı ise çok kolay. H&M ve Zara yeni sezon ürünlerini mi yayınlamış önceden indirdiğiniz kalp şeklindeki bir butonla profilinize ekleyebilirsiniz. Sadece kıyafetleri seçip ekleyerek kendi stil profilinizi oluşturabilirsiniz, listeler yaparak wishlietler oluşturabilirsiniz ya da looklar yaratabilmek için ilham toplayabilirsiniz. Ya da en kısa yoldan online gardrobunuz da diyebilirim. Aslında blogunuza çarşaf çarşaf günlük fotoğraflarınızı eklemekten çekiniyorsanız, ancak sadece kıyafetleri koymayı da yavan buluyorsonaz da bu uygulama şahane. Üstelik i-Phone Uygulamasına sahip olması de işin artısı.
Üçüncü ve son durak ise son günlerin en cool sitesi Pinterest. Tıpkı Fashiolista gibi (kalp yerine bu sefer de) önceden 'pin it' butonunu araç çubuğunuza ekleyerek tüm interneti tek bir profil altına toplayabilirsiniz. Her hangi bir sayfada sevdiğiniz bir fotoğraf olduğunda pin it butonuna basın ve Pinterest profiline ekleyin. Üstelik değişik kategoriler de yaratabiliyorsunuz. Style / Fashion / Travel / Movies... tamamıyla sizin yaratıcılığınızla alakalı bir şey. Liste yapanlar için 10 numara, özellikle de sene sonunda Top 10 Hitlist'ler bile yaratabilirsiniz. That's how nice! Üstelik Pinterest'in de bir iPhone uygulaması mevcut.

İletişimsizlik çağında insanlara kendinizi anlatabilmenin tek yolu bunlar olabilir, onlara iyi bakın!
 
ps: Another Loves, Fashiolista, Pinterest, profillerim için tıklayabilirsiniz.

16 Şubat 2012 Perşembe

GOOD GIRL GONE BAD: CAREY MULLIGAN

Asıl çıkışını  ''If I get to University, I'm going to read what I want, and listen to what I want...and I'm going to Paris, and I'm going to smoke and wear black'' diyerek 2009 yapımı ''An Education''la yapan Carey Mulligan ''Public Enemies'' ve ''Brothers'' ile CVsini güçlendirdikten sonra biz romantiklerin kalbini bir de ''Never Let Me Go'' ile çalarak sezonun iki ödül avcısı filmi ''Shame'' ve ''Drive'' ile de yıldızını parlattı. (Giriş paragrafını beğenmediğini belirtmek isterim. Halbuki ilk iki satır havalı olmuştu).
W Mag January 2012
Michael Fassbender'ın sorunlu kız kardeşi rolünde bugüne kadar çizmiş olduğu karakterlerin aksi bir rolde oynayan Mulligan bence filmin en iyi yanıydı. Ödül sezonunda görmezden gelinse de siz bence filmde söylediği ''New York, New York''u kaçırmayın.
Aslında tıpkı 'An Education'da söylemiş olduğu sözleri bu filmde yaşamış gibi gözüken Mulligan başına buyruk olsa da abisiyle (Fassbender) giderek kopan ilişkisini toplamaya çalışan bir katakter de. Brandon'a (Fass) göre Sissy (Carey) sadece sırtını ona dayayarak yaşamaya çalışan bir kız olsa da, aslında pek öyle de sayılmaz. Manevi anlamda dayanabileceği tek kişi o olduğundan Brandon'la arasının açılmasını istemez, ama başının buyrukluğu B'nin patronuyla yatmasına kadar ilerledikten sonra abi-kardeş yapmış oldukları konuşma sonrasında film climaxe ulaşır. Aslında işin ilginç yanı da şu, her iki kardeş de aynı. Her ikisinin de duygusal ilişkiler ile sorunları var. Sissy sürekli kendini var edebilmek açısından her hangi bir erkekle -abi ya da sevgili- duygusal bir bağ kurmaya çalışırken Brandon da bunu yapmaktan -belki güçsüz olacağından korktuğundan- uzakta duruyor. Kardeşini evden uzakta tutmak, çıkmaya çalıştığı bir kızla yatamamak vs vs.
Dibi gelmiş saç boyası, koyu renkli tırnakların aksine Ryan Gosling ile oynadığı ''Drive''da kocasını beklerken çocuğunu yetiştiren tipik Amerikan orta / alt sınıf karakteriyle karşımızda. 'Shame'in en güzel şeyi o olsa da 'Drive' işin aynısını diyemicem (en azından beni etkileyebilme açısından). Kameranın sürekli Ryan Gosling'in mimik ve hareketlerine odaklanması, aslında onun ne hissettiklerini anlamamızda daha fazla yarıyo sanırım, gerçi bu işin içine biraz daha fazla gizem katsa da sanırım beni en fazla etkileyen şey bu oldu. Üstünde akrep  olan bomber-jacket'i ve deri eldivenleri ile tam bir stil ikonu. (Yine buradaki stil ikonu kelimesi Alexa Chung için tanımlanan değil, tıpkı Rooney Mara ve Lisbeth Salander karakterinde olduğu gibi.)
Saf ve temiz yan komşu rolünde karşımıza çıkan Carey Mulligan'la beraber Gosling aslında tam sterotipik kadın-erkek ilişkisinin altını çiziyo, kadına aşık olan ve onu her türlü beladan uzakta tutmaya çalışan super-hero rolü. Düşündüm de belki bir de Gosling'in çok az konuşması da beni etkilemiştir. Son zamanlarda bir Rooney bir Gosling'in çizmiş oldukları karakterden bu kadar etkilendim sanırım zaten. Neyse this post was supposed to be written about Mulligan not Gosling.

PS: Carey Mulligan, ''The Great Gatsby''nin yeniden çekiminde Daisy Buchanan rolünde, sanırım gelecek senenin en merakla beklenen kadın oyuncusu o olacak. Oscar adaylığı gelir mi acaba ?

PS2: Ryan Gosling hakkında daha önce yazmıştım, okumak için: Tık.

13 Şubat 2012 Pazartesi

BAFTA & GRAMMY

Dün gecenin sanırım en zevkli şeyi Vogue, GQ, Love gibi dergilerin aynı anda 3 farklı şehirden attıkları tweetlerdi. New York'ta Moda Haftası devam ederken, Oscar'lardan önceki son durak için Londra'da Bafta'lar düzenlendi ve Los Angles'da da müziğin en iyilerinin kutlandığı Grammy'ler.
Geçtiğimiz günlerde yanılmıyorsam cutblog Meryl and Kisses temalı bir post yayınlamıştı. İşte o koleksiyona yeni bir fotoğraf daha. Adele ise elindeki 6 Grammy'yle en az o altın gramafonlar gibi ışıldıyor.

Peki ben mi ne yaptım ? Yorgun geçen haftanın acısını pazar akşamı sadece film seyredip sonrasında da bu tweetleri okumakla yetindim. Canlı yayınlanmayan Bafta'ların aksine Grammy'lerin bu sene bizlere sunduğu pek de önemli isimler yoktu açıkçası. Adele evet, o benim kadınım, Coldplay ve Rihanna ortaklığı son zamanlarda Top 5imde ancak ? so what ? Yine de töreni ayağımıza kadar getiren Bloomberg HT'nin emeğine sağlık.

Adele'in 6 ödül almasına laf edemem sanırım, zira dünyadaki bütün ödüller onun olsa ses çıkarmam zaten. Önemli ödülleri o kaptığına göre gece hakkında şikayet edebileceğim pek de fazla bir şey yok sanırım. Ama konu şıklara bakmaksa tıpkı Andre Leon'un dediği gibi ''honey there is femine of beauty''.
Adele'in de Rihanna'nın da seçimi Georgio Armani'den yanaydı. Adele'in inanılmaz zarif havası Rihanna'nın ''I wanna get laid, is party here'' teması fazlaca kontrast oluştursa da ikisi de çok hoş bence. Yalnız Rihanna'nın saçlarını gözden geçirmesi lazım. Ve Carrie Underwood dönsün disko topu.

Geçelim Bafta'lara. Aslında dağıtılan ödüller hakkında değinmek istediğim şeyler var. Ancak Oscar'lar öncesi adaylar hakkında düşüncelerimi / tahminlerimi yazdığım zaman değinmek istiyorum buna. Yine de ''Tinker Tailor Soldier Spy''ın tam bir fiyasko ve ''The Artist''in de çok fazla abartıldığını düşünüyorum. Yabancı filmler kategorisinden ''A Seperation''u halen seytememiş olsam da ''The Skin I Live In'' için pek bir şaşırdım, Oscar'larda adaylık elde edememiş olmasını halen şaşkınlıkla karşıladığım film bana kalırsa yılın en orjinal senaryosuna da sahip olup ''Yılın Filmi'' ödülünü de kucaklayabilir. Neyse bu ciddi konular başka bir zamana yeniden şıklar.
Michelle Williams'ı bu kadar güzel gösteren elbise bir H&M tasarımı. Elindeki clutch ise Marilyn'e gönderme. Meryl Streep seçimini SAG'da olduğu gibi Vivienne Westwood'dan yana kullanırken Tilda Swinton Celine tasarımı elbiesini Xavier Dolan saçıyla birleştirmiş. Ve tabi adadan çıkan ve sene boyunca Kate Winslet'a rakip olan Elizabeth McGovern.

12 Şubat 2012 Pazar

#TODAYIMWEARING : DAY 4


Görüldüğü üzre kimimiz Istanbul'da blog için post girerken Selen Hanım kızımız Erdeklerde hafta sonu gezmesinde. Eskimo şapka meets left wing yeşil parkayla kendini kamufle etse de hemen altta gördüğünüz gibi 
yine California cool kid okul ceketini üstüne almış. Duvardaki ayrıntı da gözümüze gözümüze :D Yıldızın parlasın Selen.

10 Şubat 2012 Cuma

RÖPORTAJ || FRANK E HOLLYWOOD- CONTEMPORARY ARTIST

Pazartesi öğlen evden çıkıp heyecanla ve hızlı adımlarla yürümemin tek nedeni akşamki Fashiolista Event'i değildi. Saat 3te Marmara Pera'da olmam gerekiyordu, sebeb-i ziyaretim ise yine Fashiolista'nın Türkçe'ye çevrilmesinin kutlanacağı party'nin sürpriz konuklarından biri olan Hollandalı sanatçı Frank E Hollywood ile röportaj gerçekleştirecek olmamdı. Ekibin içinde yer almam nedeniyle tüm hafta sonunu onunla da geçirme şansını yakaladımsa da konu röportaj olunca sanırım insan ister istemez geriliyor. Frank ile otelde buluştuktan hemen sonra event'in gerçekleşeceği Nu Pera'ya geçip hem akşamki organizasyonun son detaylarını gözden geçirdik hem de konuştuk.
Frank E Hollywood (via spinnin-yards)
İlk işlerini -grafitti vari- duvarların üstüne yapmaya başlayan ve 'sanat hayatına' bu şekilde giren Frank daha sonra canvas'a geçiş göstermiş, nedenleri ise tahmin edebileceğiniz gibi oldukça açık aslında. Temelinde olgunlaşma süreci yatsa da insanların bakış açısı da bu değişimin nedenlerinden biri. 'Gençlik= Asiliktir ve duvar üstünde yaptığım şeyler de bunu anlatıyor', 'ama bu kimi insanlar tarafından vandallık olarak da algılanıyor' diyor. Aslında sanatçı coolluğundan ''kim takar'' havasına da sahip olsa da sonuçta duvara çizmiş olduğunuz şeyler ne kadar kimseye ulaşabilir ki ? Bir de tabi yapmış olduğunuz şeyleri satın almak isteyenler de olabilir ! Yani eğer eviniz sokaklar değilse, üzgünüz bunlara sahip olamazsınız.
                                                               Frank E Hollywood'un önceki işlerinden
Duvardan, canvasa geçme sürecinde elbette sanatçının daha fazla para kazanabilme olanağı da kaçınılmaz, para demişken, insan elbette kazanmalı, yoksa yeni şeyler üretemez, işte bu konuda yönetmenlerin sadece festivallerde gösterdikleri filmler ve gişe filmleri ikilemi de Frank'in gündeminde. Ürettiği gerçek sanat eserleri canvas üzerine yaptıkları, ancak öte yandan Avrupa'da çeşitli firmalar için de posterler oluşturuyor. Bir anlamda posterler onun gişe filmleri, fiyatının daha cazip olması nedeniyle daha fazla insana ulaşabilme imkanını çok sevdiği belli, bir de internette arattınız mı karşınıza çıkan Lady GaGa posteri olacak. Hah, işte o GaGa değil-miş, poster oluşturulduktan sonra sonucun ona benzemiş olması onu şaşırtsa da Endonezya'dan 13 yaşındaki bir kızın ona sahip olduğu düşüncesi ve belki de 30una geldiğinde Frank'in gerçek sanat eserlerini alabilecek olması ise onu en fazla heyecanlandıran şey.
Genellikle kadın portreleri çizen Frank için onlar sonsuz ilham kaynağı, ancak 'ne ilkim ne de tekim' diyor, 'herkes onlardan ilham alıp onları çizmek istiyor' diye ekliyor ancak kadınların kırılgan ve zarif hallerinden ancak aynı zamanda da oldukça güçlü olmalarından ise feci derecede etkilenmiş. Portrelerde ise gözlere odaklanan Frank aslında çok şey anlatıyor sizlere 'gözler kalbin aynasıdır' gibi arabesk bir çeviri yapacak olursam bir anlamda demek istediği aslında onları 'ohh yeah kadınlar ne güzel objeler' gibi görüyorum mantığından çok uzak olması. Kadınların ötesinde en büyük ilham kaynağı ise mutluluk ve neşe, 'üzgün olduğumda dahi çizmeye devam etsem de mutluyken çizdiklerim bir başka olur' diyor.

Pazartesi akşamı yaptığı gösteri ise modayla iç içeydi. Geçen gece W'da tasarımlarını sergileyen Günseli Türkay'ın geçmiş koleksiyonlarından beyaz bir elbise seçen Frank yine Hollandalı model Nikita de Vries'ın üzerinde gerçekleşirdi showunu. Live-action-painting ile bir kaç saatte adeta yeni bir elbise yaratan Frank'in modayla olan işbirliği ise ilk ve de son değil. Daha önce bu şekilde ayakkabı ve çanta gibi aksesuarlar boyadığını söylese de elbise onun için yepyeniymiş, tahmin edersiniz ki üstünde bir gerginlik, elbette tek gergin olan Frank değil, aynı şekilde ilk defa seyirci önünde 'art meets fashion' temalı bir showun parçası olmaktan dolayı mutlu olan Nikita da oldukça heyecanlıydı. Hem event hem de moda haftası nedeniyle şehre gelen Nikita ise duruşu ve pozlarıyla herkesi kendine aşık etti desem abartmış olmam.
Frank, Gunseli & Nikita
Öte yandan Frank geçtiğimiz akşam yaptığı çalışmayı şu şekilde özetliyor. 'Ben edebi çeviri yapmışım gibi hissediyorum kendimi, işimi bir Türk tasarımcıyla birleştirdim, bir Hollandalı vizyonu ile Türkünkini ''yeniden yazımla'' Türklere sunmaya çalıştım.'

Modayı gerçek sanat olarak görmese de her iki dalın da birbirini alevlediği ve tetiklediğini de göz ardı etmiyor, her ikisinin de birbirine ilham verdiğini kabul eden Frank'le aslında tamamıyla aynı fikirdeyiz 'hazır giyim belki değil, ama couture kesinlikle sanat' hatta kimi zaman galeri ve müzelerde heykel ve tablolar gibi sergilenmesi de buna örnek. Marc Jacobs'ı da birçokları gibi modanın dahi çocuğu olarak gördüğünü ima etse yaptığı şey bir sanat değil diyor. Kesinlikle egoist olmadan hatta kahkaha atarak olaya da son noktayı şu cümleyle koyuyor. 'Sanırım sanatçılar yarı-tanrısal varlıklardır'. Kısa zaman sonra ise Frank'in modacılarla olan iş birliği gündemde, onu izlemeye devam.
Before- After
Röportajı ise 'yaşadığımız çağın akımı var mıdır?' tartışmasıyla bitiriyoruz. 'Tıpkı o sırada insanların biz şu anda Rönesansı yaşıyoruz demediği gibi şu senelerde de buna bir ad veremeyiz' dese de, özellikle kısmen kendi yaptıklarını ve de Avrupa'nın genel anlamda içinde bulunduğu durumu ve düşünce şeklini göz önünde bulundurduğunda 'belki retrospektif olarak etiketeleyebiliyoruz' diyor.

PS: Frank E Hollywood'un da showunun yer aldığı Fashiolista Turkiye Event fotoğrafları'nı http://www.facebook.com/fashiolista sayfasından inceleyebilirsiniz. Hatta sevdiğiniz fotoğrafları da beğenerek siz de yarışmanın bir parçası olup en iyi 3 stili seçebilirsiniz.
Sırayla: Bloggers- Ben- Daha önce blogumda da yazan Nazv ve Funmyra markasının tasarımcısı (kendi tasarımı ile)
PS: Post içinde kullandığım tüm fotoğraflar ise Selin Elevli ve Jasper Suyk tarafından çekilmiştir.
ve Fashiolista Team Turkey ! Me & Gulistan T van der Linden
PS: Fashiolista'yı merak edenler ise http://www.fashiolista.com/

9 Şubat 2012 Perşembe

#TODAYIMWEARING : DAY 3


Ayşecik bugün nerede diye merak edenlere ? Akşama arkadaşlarla doğum günü kutlamasına gitmek için dolap karşısında ? Peki kimonosuyla adeta baharı haberleyen bir Japon çiçeği gibi değil mi ?

3 Şubat 2012 Cuma

CHICO & RITA

Tüm çocukluğunu çizgi filmlere adayan biri olaraktan neden şimdilerde animasyon filmleri seyretmeye hevesim yok anlamış değilim. 2011 yılı içerisinde tüm zamanlar rekorumu kırarak tam 3 animasyon seyrettim. ''Smurfs'' kaçıramazdım, ''The Lion King'' çünkü küçükken her defasında bir sorun çıkmıştı ve ben gidememiştim ve içimde ukte kalmıştı, ''Tin Tin'' salondan ayrılırken senaryo yüzünden leş bir film seyretmiş olmanın üzüntüsü beni kaplasa bile 3d açısından görkemiyle kesinlikle büyülenmiştim. New Year Resolution'larımın içinde kesinlikle 'bu sene daha fazla animasyon seyret' diye bir cümle geçmiyordu ama şimdilik haneme 1 tane ekledim bile.

İspanyol ve İngiliz ortak yapımı olan ''Chico & Rita''yu seçme nedenim biraz adult-animated olması. Adult demişken aklınıza o açı gelmesin, anlattığı hikaye güzel bir sanat yönetimi ile çalışılmış olunsa muhteşem bir film ortaya çıkabilirdi.

Müzikal / Dram olarak etiketleyebileceğim film Küba'dan başlayarak, New York, Paris ve Las Vegas olarak yoluna devam ediyor. İş 40lı yıllarla birleşince de  benim de 'keşke bu gerçek film olsaydı' deme nedenim ortaya çıkıyor. Ancak bir diğer nedeni de hikayenin ana karakteri Rita'yı izlerken Penelope Cruz'u düşünmüş olmam, umutsuz aşkın temellerinin atıldığı o anda karşımıza çıkan diğer kadın karakteri de Sofia Vergara olarak düşünmem.
işte street fighter: so called Pene and Sofia
Golden Globe sonrasında bir Almodovar filminde her ikisinin de sinir krizi geçiren Ispanyol sokak kadını rolünde görme isteğimi bir nebze de olsa burada tatmin etmiş oldum en azından.

Latin balladları ve latin jazz'ıyla süslenmiş filmin müzikleri harika olsamasına rağmen da bir 'oh boy' dedirtmese de Küba'ya olan aşkımı bir kez daha yaktı. Filmin sonlarına doğru dönemin politikasına da değinen senaryoda ilgi çekici yerlerden biri de 'artık jazz yasak, emperyalist sisteme ait o' cümlesiydi sanırım. Bunun dışında en sevdiğim şey ise Rita'nın betimlenmesiydi. Kıvrımları olan, müziği duydu mu seksi hareketler ile dans etmeye başlayan, biraz cırtlak ama çok da cilveli aynı zamanda gizemli silüete sahip biri olması.
Ana temaya gelince Hollywood yapımı romantik filmler kadar sağlam bir hikaye. Bir parça 'My Blueberry Nights' mı desem acaba ? Komplolar, her türlü yanlış anlaşılmalar ve acaba kavuşabilecekler mi sonunda diye heyecanla beklediğiniz bir aşk hikayesi.

#TODAYIMWEARING : DAY 2


Soğuktan korunma yolunu anne örgüsü hırka giyerek seçen Selen cuma gününü arkadaşının evinde geçirmeye giderken en rahat kıyafetlerini üstüne geçirmek istemiş. Ayakkabılar ise içinde California cool kid yattığından Vans.

2 Şubat 2012 Perşembe

STRONG & BOLD: VANITY FAIR

Vogue Anna'nın September Issue'sundan sonra yılın en fazla beklenen sayılarından biri de Vanity Fair Mach Issue. Bible of Lifestyle VF aslında Mart sayısı da Şubatta yayınlanmaya başlıyor zaten, şubat demek Hollywood ve Oscar'lar demek. 1994 yılından bu yana Vanity Fair'in yapmış olduğu birşey varsa o da sayısını yıldızlara adamak. Güç markada, güç kapakta. Güç fetişi mi dedi biri?
Tüm A List oyuncuların yer aldığı filmleri geçen aylarda yazmıştım, ve de A List oyunculu Vogue kapakları.

2004:
Kapakta 13 tane Women of the moment yer almakta Jennifer Connelly, Gwyneth Paltrow, Hillary Swank, Julianne Moore, Salma Hayek, Naomi Watts, Diane Lane, Lucy Liu, Jennifer Aniston, Kirsten Dunst, Alison Lohman, Maggie Gyllenhaal, Scarlett Johansson.



2005:

Bu sefer New Comer'lardan ziyade A List isimler kapakta: Uma Thurman, Cate Blanchett, Kate Winslet  Scarlett Johansson, Claire Danes, Rosario Dawson, Kerry Washington, Ziyi Zhang, Sienna Miller and Kate Bosworth.

2006:
Tom Ford, Keira Knightley ve Scarlett Johansson (Bu sefer daha minimalist) + Ayrıca kapağın bir de süper parodisi var, ki bu hep olmaz.
Seth Rogen, Jason Segel, Paul Rudd, Jonah Hill

2007:
Bu sefer başrolde 4 erkek: Ben Stiller, Owen Wilson, Chris Rock, Jack Black

2008:
Emily Blunt, Amy Adams, Jessica Biel, Anne Hathaway (Alice Braga, Ellen Page, Zoë Saldana, Elizabeth Banks, Ginnifer Goodwin, America Ferrera)
***
2009: Barack Obama'ya ayrılmış.
***
2010:
Carey Mulligan, Kristen Stewart , Abbie Cornish , Mia Wasikowska , Amanda Seyfried, Rebecca Hall, Emma Stone , Evan Rachel Wood ,  Anna Kendrick

2011:
Bu sefer sadece kadınlar, erkekler ya da new comer'lar değil. Senenin en çok konuşulan film yıldızları başarılarını kutluyor. Ryan Reynolds Jake Gyllenhaal Anne Hathaway James Franco Jennifer Lawrence, Anthony Mackie Olivia Wilde Jesse Eisenberg Mila Kunis Joseph Gordon Levitt Andrew Garfield Rashida Jones Garrett Hedlund Noomi Rapace Robert Duval

2012:
Rooney Mara, Mia Wasikowska, Jennifer Lawrence, Jessica Chastain, Elizabeth Olsen, Adepero Oduye, Shailene Woodley, Paula Patton, Felicity Jones, Lily Collins ve Brit Marling

Vanity Fair'in Hollywood'a adadığı tek say bunlar değil.

Nisan 2003:
Tom Hanks, Tom Cruise, Harrison Ford, Jack Nicholson, Brad Pitt, Edward Norton, Jude Law, Samuel L. Jackson, Don Cheadle, Hugh Grant, Dennis Quaid, Ewan McGregor, and Matt Damon.

Temmuz 2003:
Teen Invasion: Amanda Bynes, Ashley Olsen, Mary Kate Olsen, Mandy Moore, Hilary Duff, Alexis Bledel, Evan Rachel Wood, Raven and Lindsay Lohan 

Ağutos 2008:
The Gossip Girls: Kristen Stewart, Blake Lively, Emma Roberts, Amanda Seyfried

Şubat 2012
Daniel Craig, Matt Damon, George Clooney

+
Vanityt Fair'in tüm bunların yanı sıra en komik erkekler ve kadınlar olarak topladığı iki farklı sayısı da var. Ayrıca A List oyunculardan oluşan filmlerin vizyon tarihine göre yayınlandığı aylarda bir araya getirilerek çekilen kapakları da sayabailiriz.
+
Annie Leibovitz'in her sene Mart sayısı için çekmiş olduğu editöryaller ise bambaşka bir dünya.

images via: vanity fair.com, google images