31 Temmuz 2011 Pazar

AY BİTMEDEN...TATİLDEYİZ

Yazdığım başlıkla kendimi bir an için Hürriyet gazetesi için ''Bu Hafta Sona Ermeden!'' temalı sayfaları hazırlıyormuş gibi hissetsem de aslında alakası yok. Yoğun ve çabuk geçen temmuz ayında sıcaklardan mıdır, yoksa tembellik ya da vurdumduymazlıktan mıdır bilemiyeceğim ama açıp da blogu bir şeyler yazmayı pek istemedi canım. Aç parantez - Haziran başından beri yazdığım her postta, tembelliğime ve üşengeçliğime de övgüler yağdırmadan geçemiyorum. Kapa parantez. İçimdeki duyguları bir kenara bırakacak olursak aslında pek de kötü geçtiği söylenemez temmuzun. Serinimsi sular, bunaltıcı sıcaklar, yeni bir dil, yayınlanan iki albüm bknz. Beyonce ve Joss Stone + katıldığım iki konser bknz. Patrick Wolf + Sertab Erener (ikisi yan yana durunca da oldukça komik kaçtı aslında.) Ve tabiki nasıl unutabilirim ki muhteşem Harry Potter. Emma Watson ve diğer çocukların görselleri bilgisayarımda yaklaşık 500mblık yer kaplasa da bir türlü post hazırlamak için açamadım laptopun kapağını. Dolayısyla her HP filminden en sevdiğim anlar ve son film hakkında düşüncelerimi sizlerle paylaşmak da yalan oldu. Ha bir de benim okuyucularıma verdiğim güven derecesi ne safhadadır bilemiyecem. Tamam Seda Bacı gibi beni de en güvenilir ekran, pardon blogger yüzü seçmediniz biliyorum ama hakkında yazmak istediğim albüm yazıları bile yalan oldu. Artık kim olduklarını dile getirmeye çekiniyorum bile, albümler mayısta yayınlanınca tabi ki. Ha bir de yok şezlongta uzanırken yok vapurda rüzgara karşı diyerekten çantadan eksik etmediğim kitaplar...O değil de men's fashion week'ler hakkında bile çizittirmememe kaç puan ? Off anlatıcaklar pek bir birikmiş.Yalnız fark ettiyseniz cümlelerim bile yarım yamalak. Neyse Vogue ne demişti. ''Tatildeyiz''.

Konser demişken Joss Stone için de fazlasıyla geç karar verince bilet bulamama gibi hüzün verici bir olayla karşılaşmak bende onaramayacağım derin yaraların açılmasına sebep oldu.

Umarım yukarıdaki paragraflarda bahsettiğim olaylar hakkında yakında yazma fırsatı da bulabilirim. Sebebi yazışıma gelecek olursam bildiğiniz gibi her ay sonunda ay boyunca dinlediklerimi sizlerle paylaşıyordum. Bu sefer uzun uzun yazmak yerine bu konu da bile üşengeçliğimi konuşturup iTunes Top 25'in ilk 7sini screen shotladım. Yaşasın en tembel benim. 8-9-10'u burada yayınlamamın nedeni de uncool şarkılar olması değil, vakti zamanında o kadar fazla dinledim ki play countları tavana zıpladılar, ancak temmuz ayında dönüp de yüzlerine bile bakmadım. Yani türkçe meali aşağıdaki 7 parça bu ay en sık dinlediğim parçalardı.
ps. yukarıdaki görsel Vogue'un ''Tatildeyiz'' temalı Temmuz sayısından. Dree Heminway ve Jon Kortajerena baş rolde. Sebastian Faena hikayeyi çeken, editöryali oluşturan ise Mary Fellowes.

Tabi bir de sanırım asla 2011i kara temmuz olarak unutamayacağımız gerçeğini de göz ardı etmemek lazım.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

YOU KNOW WE ARE NO GOOD NOW !

Belki mutfakta yere uzanıp onu düşünerek ağladık, sonra onların kendi kendine kurumalarını bekledik.
Kesin olay bir şey var ki hepimiz çok üzüldük, çoğumuz ''Frank'' yıllarını bilmesek bile ''Back to Black''le hayatımıza çok şey kattığı aşikar, onun şarkılarıyla üzülmek istedik, melankolinin dibine vurduğumuzda yine onu dinlemek istedik, şarkıları bir nevi rakı masası mezesi gibiydi.
Herkesin kendi Amy Moment'ı vardır, ancak anlamadığım tek şey, insanların sevdikleri bir ünlü öldüğü zaman diğerleriyle sidik yarışına girmeleri. ''Ben onu daha fazla severdim''. ''A ben onu Rehab'le değil, daha önce tanımıştım''. ''Ha şimdiden söyleyeyim ben X'i çok seviyorum, öldüğü zaman şarkılarını paylaşırsam sonradan sevmeye başladım sanmayın''. Hepiniz bi' siktirin gidin. Jenerasyonun en büyük yıldızlarından biri öldü ve hepimiz üzgünüz, beklesek de beklemesek de ...

16 Temmuz 2011 Cumartesi

YENİ OZAN: PATRICK WOLF

Geçtiğimiz sene ''yeni ozan'' adı altında sahneye çıkan Imogen Heap'in ardından bu seneki konuk Patrick Wolf'tu. Yeni ozan tanımının da romantik indie'ci Wolf'a cuk oturmuş olduğu da ortada.

Genelde müzeyi gezmek ve seçtikleri filmleri izlemek için yolumun düştüğü IstanbulModern'e bu sefer konser sebebiyle gitmiştim. Aslında boğaz kenarına kurulan sahne ile mini bir Kuruçeşme Arena oluşmuş da diyebilirim. Bahçeye kurulan taşınılabilir tuvaletlerde olmayan suların yanı sıra, içecek adı altında alkollü içkinin olmayışı da eksilerden elbette. Patrick Wolf konserinde nasıl bira olmaz abii ?

Pek de kalabalık olmayan alanı göz önüne alacak olursak sanırım bu zamana kadar katılıdğım ''en rahat'' konser ortamıydı, bir de havadaki nem oranı insanı sanki vücuda yağ dökülmüş de yapışıp kalmış kıvamına getirmeseydi daha hoş olurdu.

Patrick Wolf  ''Lupercalia''nın tanıtımında olduğu için söylediği şarkıların %90ını yeni albümünden seçmişti, eh albümü yeni yeni dinlemeye başlayan bizler için de söylediği şarkılara eşlik edememek konserin biraz daha düşük ritmli ve coşkusuz geçmesine sebep oldu. Ayrıca bir şarkıcının kendini daha büyük kesimlere tanıtmasına sebep olduğu şarkıyı yani ''Hard Times''ı söylememiş olması da gecenin en büyük fiyaskosuydu. Üstelik pasaportu sebebiyle çıkan sorunlar nedeniyle şehirde geçirmiş olduğu zor zamanlara da güzel bir atıfta da bulunmuş olurdu.

Ülkemize gelen her şarkıcı gibi konser öncesinde bir kaç cümle Türkçe öğrenip konser esnasında da bizle paylaştığını söylesem pek de şaşırmazsınız her halde, ama zaman zaman soyunur gibi yapıp üstündeki ceketi aralayıp koca nazar boncuğunu çıkarıp sallaması biraz garip kaçmış olabilir, üstelik her an acaba o koca nazarlık ipinden kopup başımızı yarar mı korkusunu da bize tattırdığını da eklemeliyim. Ceket, soyunma falan derken büyük ihtimalle altında bir şey olmadan giydiği beyaz pantalon da geceye damgasını vurdu diyebilirim.

Hem şarkı söyleyip hem de sırayla arpı, klavyeyi ukulelyi çalan Wolf'un 22.15 gibi erken bir saatte konseri sona erdirmesi de gecenin başka garipliğiydi, ender rastlanan bir şekilde tam saatinde sahneye çıkan Wolf, camiden yükselecek ezan sesleri nedeniyle erken ve alelacele şarkılarını bitirerek sahneden indi, tabi bu arada cami'ye ''church'' demesi de ayrı bir güzellik oldu.

Gariplik demişken şarkı aralarında bir kaç kelam da eden Wolf'un Türkiye'nin ya da Istanbul'un özgürlük anlamında kötü olmadığını hatta burada yaşayan insanların bir takım konularda/ ilişki yaşamakta oldukça rahat davrandığını gözlemlediğini belirtmesi de hayli ilginç oldu. Pardon ?

Özet geçecek olsam umduğum kadar pek de eğlenmedim, ama kötü de sayılmazdı, hem neticede beraberinde arkadaşlarla takılmaca ve tanımayı beklediğim kişilerle karşılaşınca kısa günün karı budur diyebiliyor insan sanırım. En azından muhakkak görülmesi, dinlenilmesi gereken insanlar listesinden birini daha eksiltmiş olduğumun da gururunu taşıyorum.

Sırada kim var ? Joss Stone ? :P

DIPNOT: Modern'de Wolf konseri olup biterken AçıkHava'da da başka bir konser süregelmekteymiş. Sahnede olan Kürt şarkıcı Aynur'a yapılan saygısızlık ve şarkıcının yuhalanması da her halde artık halkın geriliğe ulaştığı son noktadır. Acaba yuhalanması gereken kesim hangisi ?  Evet belli burada özgürlük tam kıvamında !

DIPNOT 2: Fotoğraf da uzun zamandır tanışmayı beklediğim Naz'ın twitter hesabından :)  Click.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

THE SHINING !

Daha önce ödev olarak hazırladığım ''Meek's Cutoff''u paylaşmıştım. Sırada bir diğer ödev ''The Shining'' hakkında yaptığım inceleme var. Korkmayın başka yok :)

The following paper is concerned about Stanley Kubrick’s ‘’The Shining’’ based upon the novel written by Stephan King.

In the first place I would like to cite to the locations. ‘’The Overlook Hotel’’ is situated near the top of the mountain, a place to which access is quite difficult. Throughout the journey Torrence family passes through isolated territories, all of which precariously prepares us to a story, consisting tension. (I should mention that during the journey the father, Jack Torrence tells us the old real story, which ends up with a cannibalism. So, one by one the puzzle starts to be get shaped.)
Not only the huge building itself that gives the sublimity, alerts us to the further uncanny effects but also the story told us about the building of the hotel is quite scary. It is all about the Indian graves, which doubles the uncanny effect. Graves; the ultimate symbol of chilling stories unites with Indians which alarms and makes Americans feel insecure. The double shot. Inside of the hotel is decorated by exotic Navajo and Apache motifs, but what is exotic is something unknown, too. If I should once more emphasize the name of the hotel, we may find some other readings of the movie. It is the ‘’OverLook’’, at the top of the mountain, looking to  the territtory like the statue of Jesus in Rio. Moreover, the hotel is full of Indian figures, even the construction  of it, I mean it is upon the burial ground of Indians, so the hotel, or more precisely the figure is there to judge. Super ego of the society. Lastly, people always coming and invading the terittory, Americans do not want Indians there !
And finally, the outside of the building. The labyrinth. The labyrinth is shown us twice in the movie. Wendy Torrence is walking inside it with her son and Jack at the mean time looking at the maquette of the labyrinth, suddenly camera shows us mother and son walking in it and Jack chases them with his eyes. (but he is looking at the labyrinth). Thus, may be the labyrinth is the unsonsciousness of Jack and he tries to deal with them while they are trying to go here and there, as if Jack was playing with his wife and the son in his mind. And the other scene is toward the end of the movie. Danny Torrence tries to escape from the father. Hence, only at the end of the story he tries to reach his son which ceases unsuccesfully.

If I should shift the topic from the hotel to the characters I would like to concantrate on the little boy. Danny Torrence is like the hotel itself actually, an outcast, isolated persona, has no friends and only one that speak with him is Tony, the uncanny figure, or another persona stil living in the depths of his unconsciousness. On the other hand, Tony is like the mirror of Danny, or the id of him, even something dark and chaotic. But Tony actually fills many gaps, he / it or through it Danny is able to see the future or at least feel it. So has Danny some supernatural powers, as well ? He is able to shine and speak with Dick Halloran.
Danny is being accused by Mr Grandy to bring black (nigger) man to the hotel. From an other perspective the authority (white man, Grandy) does not approve this, since If black man comes into the hotel / society some more exotic / supernatural incidents are about the happen. White man afraid of black man, he sees black as threat to the society. But Danny threats more, he is white and helps blacks.
What preoccupies my mind is three different scenes ! One of those is happening towards the end, Wendy after left by Jack at the toilet, tries to escape. While running inside the hotel, she hears some strange voices but more strikingly a bear – like clothed man an old man are together in the room, obviosuly to realize a homo-erotic love scene. But what this has got to do with the overall structure of the movie ? A: We should believe that there are some other people living in the hotel too. (Also I should emphasize that suddenly a key occured at the door of room number 237). B: Jack abuses Danny and had some insestious relationship with his son ! And this making-love scene is allusion fot that. It is quite evident that Jack is a really psychopat, even at the very beginning of the story he is abnormal, I mean his look. Furthermore, he has some sexual desires to be fed. As understood he never has a sexual intercourse with his wife and subconsciously he wants to be with the woman he sees in room number 237, additionaly he also desires to rape his wife. Taking the hammer in his hands (stands fort the penis, showing it to her) tears down the door and hammer passes through it. But what is more, the desires of Jack returned from his repressed mind only because of Danny, thus the injury (Danny got injured in room 237) makes Jake’s dream realized. ‘’All work and no play makes Jack a dull boy’’. He searches for some change, ‘’the game’’; may be the sexual intercourse. But actually dreams and fantasies are not only about sexual intercourse but also killing Wendy and Danny. At this stage I may link this idea to the Jung’s term   ‘’jouissance’’.
Wendy I'm home !
 Forseeings, dreams .. and another supernatural theme in the movie is ‘’deja-vu’’. Jack tells Wandy that he felt he came the hotel before. As we shall see later, he has a photography which dates back to 1921. But even more the dialouge between him and Mr Grady is a prof for this and pretty confusing. So does Jack live since the early 20th century ?
‘’Jack Torrance: You WERE the caretaker here, Mr. Grady. 
Delbert Grady: No sir, YOU are the caretaker. You've always been the caretaker. I ought to know: I've always been here.’’

Last but not least, another character that helps us analyse Jack is, Lloyd. He is another mirror figure. At the bar scene we see that Jack speaks with Lloyd, but actually he is talking himself,  however, is he also really talking himself at the red toilet room with Grady, too. So story is really supernatural.
Ultimately the movie, the characters and locations have some exotic and supernatural sides, all of which makes us feel uncanny and observe the dark psychologicial side of them.

8 Temmuz 2011 Cuma

COUTURE TAKES THE CONTROL

Yılda iki kez düzenlenen Paris Couture Week de sonlandı. Pret-a-Porter aksine modanın sanatsal tarafının konuşulduğu haftada tasarımcılar her zamanki gibi hayal gücünü çalıştırıp, uzun saatler çalışıp parmaklarını yorup gözlerini köreltmiştir. E ne de olsa sanatsal ürünler pek de kolay çıkmaz ortaya. 
ALEXIS MABILLE
Hayvansal desenler, Afrikalı tribal efektler, kürkler, kaplanlar ve masal diyarından bir Peter Pan. Sanki Tinkerbell ile Afrika'da Safari yolculuğuna çıkmış gibi.

ARMANI PRIVE
Armani showunda ''Flappers strikes back''. Geçtiğimiz sezonki neon elbiselerin aksine bu sefer saten kumaşlar ve rengarenk desenli uzak doğu detayları ile smokinlerle podyumları fethetmiş. Dikkat çeken asıl nokta ise şapkalar. Geçtiğimiz baharda gerçekleşen Kraliyet düğünü ile tekrardan gündeme gelen şapka modası furyasından Armani de etkilenmiş gibi.

BOUCHRA JARRAR
Kadın kadın gibi, erkek erkek gibi giyinsin demiyorum, androjen modasının her zamankinden daha revaçta olduğunu biliyoruz. Kadınlar şimdilerde 20lerin Jazz Age'inden, Hemingway'in romanlarından fırlamış gibiler. Ancak benim oyum her zaman için kadınların smokin tarzında seksi görünmelerinden değil, zarif couturelar içinde süzülmelerinden yana. Üstelik Bocuhra'nın bu kolleksiyonu da pret-a-porter'dan farksız.

CHANEL
2011/12 kışı için çizmiş olduğu gotik ve karanlık profili couture'da da devam ettirmiş. Aslına bakarsanız ilk defa Chanel'den çıkmış bi' şeyi beğenmedim, belki de artık tweed ve sanki Anna Wintour için oluşturlmuş kıyafetlerden gına geldi. Deniz kızı modasından hoşlananlara da Lagerfeld sürpriz yapmış. Ufak da bir not düşmek gerekirse defileden hemen sonra Anna Wintour, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından modaya yaptığı üstün katkılar nedeniyle Legion d'Honneur nişanıyla onurlandırıldı. Wintour ise törene aynı gün podyumda sergilenen Chanel ile katıldı.

CHRISTIAN DIOR
Dior özeldir, çünkü John Galliano hikayesini sadece kıyafetlerle anlatmaz, podyumda modellerin akışıyla da teatral bir gösteri sunar. Ancak bu sefer Galliano yoktu. Hatta Gallianosuz ilk Dior showu da denilebilirdi. Cıvıl cıvıl mini- maxi- dresslerle göz doldursa da Galliano'nun yaratmış olduğu ağırlık ve büyü yoktu. Sanki mezuniyet baloları için dikilmiş Tuvana Büyükçınar elbiseleri kadar basit ve sıradanlar hepsi de. Kanımca sadece birkaç gerçek couture parçadan oluşan kreasyonun geri kalanı ise Etro'nun bahar kolleksiyonu için hazırladığı uç uç tülden yapılmış maxi dresslere andırıyordu. Şapkalar ise bir kez daha baş rolde. İmza Stephen Jones.

ELIE SAAB
Couture showlarda dikkat edilmesi gereken show varsa o da Elie Saabdır. Çünkü bir sonraki couture showları gerçekleşene kadar- ki bu da Oscar'lara denk gelir, sene içinde gerçekleşen, - yani Oscar dışında bütün ödül törenlerinde en az 3 kişi Saabı tercih eder. Arap abartısı, fantazi şıklığı, Ebru Gündeş ve Jennifer Lopez kırması. Genellikle sade ve pudra renklerinde, ama kesin olan bir şey varsa kim giyerse giysin onun adı hep en şıklar listesinde geçer. Pudraların arasına ise bu sefer gri/ mavi/ beyaz karşımı su gibi akan elbiseler de eklenmiş. Avizeden asılan taş gibi, ya da tavandan sarkan tül gibi.  

GIVENCHY
Şapka çıkarılması gereken bir adam varsa o da Ricardo Tisci'dir. Her ne kadar son bir kaç couture kreasyonunda birbirinin benzeri / devamı şekilde işlerle karşımıza çıksa da uzun süreçli el emeği gerektiren bol işlemeli elbiselerle bence hepimizin ağzını açıkta bırakmıştır. Hem seksi, hem vahşi, hem nazik, hem de ilgi çekici. Carine Roitfeld de elbiselerden birini geçtiğimiz gün katıldığı davette giyindi bile. McQueen in couture gibi.

JEAN PAUL GAULTIER
Geçtiğimiz sezon androjen Andrej Pejic'i kadın gibi giydirerek defileye çıkartan Gaultier bu sefer pek de onun kadar androjen olmayan erkek modelleri de yürütmüş. Ancak sıra zaten kıyafetlere gelince onlar açıkçası oldukça da erkeksiydi, hem de fazlasıyla sert mizaçlı olanından.

VALENTINO
Chanel Anna'nın, Givency Carine'in, Valentino ise Franca'nın. Tüller, transparanlar rol çalma peşinde.
images via style.com

3 Temmuz 2011 Pazar

BİL BAKALIM KİM ? ''THE KILLING''

Orjinali bir Danimarka yapımı olan ''The Killing'' geçtiğimiz bahar AMC tarafından Amerikan TVlerine de uyarlandı. 13 Bölümden oluşan ilk sezon geçtiğimiz haftalarda bitse de sevindirici bir haber ikinci sezon da garantide.

Olay Rosie Larsen adlı kızın ölümüyle başlar. Erkek arkadaşıyla evlenmek üzere Sonoma'ya gidecek olan dedektif (Mireille Enos) Sarah Linden son iş gününde bu olayla karşılaşır. İşteki son günü olması nedeniyle birime yeni gelen (Joel Kinnaman) Stephen Holder da o gittikten sonra da olayı araştırsın diye Sarah'a yardım edecektir. İşte dizi de Rosie'nin ölümünden sonraki 13 günü araştırmak için olayı ele almaya başlarlar.

Hikaye elbette tek katmanlı değil. 13 gün boyunca gelişmekte olan, bir ileri bir geri giden aşk ilişkisiyle, acaba ne zaman işini bırakıp da Sonoma'ya gidecek diye beklediğimiz Sarah ve sorunlu ergen oğlu ve son bölümlere kadar gizemini koruduğu Regi karakteri olayı destekleyen başka bir paralel metin. Bir diğer dedektif olan Holder da serseri, esrarkeş görünümlü haliyle sürekli akıllarda soru işareti bıraksa da finale doğru onun da karakterindeki gelişmelere tanıklık ediyoruz. Hatta sıkı bir ipucu verecek olursam, adamı dikkatle izleyin derim! (Spoiler mı vericem sandınız ? Nihaha)

ve (Billy Campbell) Darren Richmond. Seattle'ın Belediye Başkanı olmak için yarışan Richmond'un diziye katkısı ise yadsınamaz. Ana olayın gerisinde, 13 bölüm boyunca acaba başkan olmayı becerebilecek mi diye beklediğimiz Richmond belki de bu güne kadar karşılaşması güç olan bir politikacı profili çiziyor. Sürekli doğrucu, ahlaklı ve rakibini alt etmek için başka yollara başvurmaktan kaçınan biri, yani uzun lafın kısası sezon boyunca belediye başkanı Lesley Adams ile olan çekişmesine tanıklık ediyoruz. Sürdürülen yarış esnasında yapılan işler ise tüm zamanların en abuk kampanyasıydı ancak. Her iki adayın ve ya yardımcılarının da birbirlerini alt etmek için ortaya attıkları sebepler, iki sokak kadının birbirlerine attıkları çamur tarzında. Ancak Richmond'un cinayetle ilgisi nedir ? Rosie Larsen'ın ölü bulunduğu araba ya seçim kampanyasına aitse ?

Olayın ilerleyişine gelecek olursak ''CSI''ın, ''Without a Trace''in aslında başka bir versiyonu. Suç, ceza, gizem, kovalamaca ama tek farklı olayın bir bölümde değil, 13 bölümde -13 günde- çözülmeye çalışıldığı. Aslında bu yönüyle cidden sıkıcılaşmaya başlıyor, ancak gerçeklik payı da var, zira diğer dizilerde her olay pürüzsüz bir şekilde muhakkak bir iki gün içinde çözülürken burada dedektifler bir çok karmaşayla da karşılaşmak zorunda kalıyor. Karşılarına çıkan herkes sanki olay çözülmesin diye çabalamakta. Hatta baş komiser bile sürekli Linden ve Holder'ın bulduğu kanıtları yetersiz bularak ya da onlara yardım etmeyerek ikiliyi daha da uğraştırıyor.

Karakterlerin hikayeleri dışında metnin altında yatan diğer sub-textlerde Amerikan- Kızılderili çatışmaları. Amerikan- Müslüman çatışmaları onlara bakış açıları, Amerikalıların terörizme ve Müslümanlar teröristtir önermesi konusundaki düşünceleri. Müslümanların küçük kızlara karşı olan tutumları. Ve politika.

Bunun dışında dizinin bir de oldukça fazla kasvetli havası da var. Londra'dan ve Hindistan'dan daha fazla yağmur yağdığı gerçeği. Ancak garip olan o sağanak yağmur altında koşturan dedektiflerin saçlarından aşağıya yağmur damlalarının süzüldüğünü pek de göremedim. Kasvetin dışında dizi bir de 90lardan kalma gibi, teknolojinin nimetlerinden pek de faydalanmayan dizide kullanılan eski model cep telefonları da olmasa ciddi ciddi geçmiş dönemi anlattığını varsayabilirim hikayenin.

Karakterlere bakacak olursak, her iki dedektifin de aslında olaya pek de objektif baktığını söyleyemeyiz. Başlarda belki de karşılarına çıkan ilk deliller onları bu yöne doğru itse de gözleri kapalı olarak sadece bi' kişiyi suçlu görmek istediler, gerçi aslında her iki dedektifin iç dünyaları da yine onları böyle görmeye itebilir, yani demek istediğim aslında ikisinde de özel hayatlarında zaten değişik olan bir şeyler, sorunlar falan mevcut geçmişten. Yani bir anlamda aslında olayı tek boyutta inceleme nedenleri de yine kendi karakterlerinden de kaynaklanabilir yani senaristler bilerek böyle yaratmış da olabilirler.

Sezon başında iki bölüm peş peşe olarak premiere yapan dizi çok derinlikli ve de heyecanlı ve gizemi bol sinema filmi tadındaydı. Ancak sezon bitiminde sanki o büyü çoktan ortadan kalkmıştı. Özellikle de tam final bölümünün final sahnelerinde. Yani sanki işin cılkını çıkartmışlardı. Bir de olay bir yerden sonra Türk Dizisi kıvamına döndü, hikaye uzasın diye karakterlere yeni özellikler yeni gizemler katılmaya çalışıldı.

SPOILERLI YORUM ***
Aslında ilk iki bölümü izledikten sonra olası iki katil de bir şekilde bizlere sunuluyor, ki zaten dedektiflerde zaten bu yönde ilerliyorlar. Birinci olası katilin masum olduğu anlaşılınca hepimiz ikincinin üstüne yoğunlaşıyoruz, ki bulunan kanıtlar da yine bu yönde, hatta sezon finalinde her şeyin açığa kavuşacağını da düşünebiliyorsunuz, ancak gelin görün ki finalin son 5-10 dakikası her şeyi alt üst ediyor yine.
SPOILER BİTTİ ***

(Evet birinci sezon bitiminde hikayenin sonuçlanacağını ikinci sezon olursa da başka bir cinayeti araştıracakalarını hayal etmiştim ben). Her neyse ikinci sezon başında yeniden eşşek gibi tırnaklarım ağzımda dizinin karşısına kurulacağıma eminim.

Peki who the hell is the killer ? 

İkinci sezon başlamadan önce katil kim fikirlerimi de belirtirim !

PS. tırnak yemem cümle zenginleşşsin diye öyle yazdım.

images via, amc.com, googleimages.com, wikipedia, facebook

1 Temmuz 2011 Cuma

APOLLO BOY MAG: NO 11 || THE COOL ISSUE !


photo credits:
cover photo: shot by Nick Knight, styled by Francesca Burns (originally for Interview May '09)
edito photo: shot by Mario Testino, styled by Camilla Nickerson (originally for American Vogue July ''11 Issue)