20 Nisan 2012 Cuma

MOODBOARD: ALL THAT JAZZ

''The Artist'' filmi, Gucci, Etro ve Balenciaga derken Art Deco ile Jazz Age bir kez daha gündeme geldi, üstelik sene sonuna doğru yayınlanacak Fitzgerald uyarlaması ''Great Gatsby'' de Baz Luhrmann gözünden üçüncü kez beyaz perdede.

Büyük Buhran'dan hemen evvel. Birinci Dünya Savaşı sonrası canlanan ekonomi sayesinde daha önce durma noktasına gelen sanat sahnesinde de yeşermeler hatta 'altın çağ' yaşanmaya başlar. Amerikan Kültürü'nde ise belki de Kıta’nın keşfedilişinden bu yana en deli dolu günlerin yaşandığı yıllardır. 

Realiteden kaçan yazarların yeni başvuru noktası modernizmdir, artık sadece olanlara bir aynadan bakmıyoruz, onun öteki tarafına da geçmek istiyoruz, bilinç içine kaymaya başlayan anlatılar nedeniyle okuduğumuz hiçbir şeye  inanmamamız gerektiğine her şeye şüpheyle yaklaşmamız gerektiğini öğreniyoruz. Belki de bu yüzden ''Great Gatsby'' romanını sadece Gucci'nin ilham kaynağı olarak değil de 20li yılların el kitabı olarak görmeliyiz. Hikâyenin anlatıcısı Nick Carraway'in dediklerine inanma zorunluluğumuz, Gatsby'nin yalanları, savaş sonrası yaşanmaya başlayan yıllarda artık hiçbir şey eskisi kadar düz olamazdı elbette!

Yıllar aynı zamanda kadın kimliğinin oturması için de önemliydi. 20lerin hemen başı. ''Donwton Abbey'' sezon finaline doğru malikânenin en küçük kızı Lady Sybil baş kaldırmaya ve kadınlar hakkında konuşmaya başlamıştı. Dahası giydikleri de bunu kanıtlıyordu. Pantolon! Oldukça devrimsel değil mi?  Etrafımda ne zaman saçını kestiren bir kadın görsem ve ona bunun nedeni sorulsa daha 'modern' olduğunu söylemeleri de belki modern çağın başladığı bu yıllardan kalan bir şeydir. Elbette ki biten savaştan sonra geri gelmeyen erkeklerin yerine geçmesi gereken kadınlardadır sıra. Ancak hala romantik ve mantığa pek de uygun görülmeyen kadınlar; yolu 'erkeklerin dünyasına erkek gibi davranarak onlar gibi var olarak' girmeye çalışmakta arar. Aslında herkesin kendini dışa vuruş şekli farklılaşmıştır. Böylece dönemin aynı zamanda felsefe akımlarından olan ekspresyonizm de böyle böyle doğmaya başlar.
Bir diğer deyişle 'flepper' kadınlarının da zamanıydı artık. Onlar şimdinin YSL smokinleri kadar seksi takım elbiseleri ve kısa saçları ile ellerinde tuttukları sigaraları ile de Gatsby partylerine gidebiliyorlardı. Elbette Jordan Baker gibi tüm bu kılık kıyafeti kendine yeni bir imaj olarak seçenlerin yanında hala Daisy'ler de vardı. Onlar da hala erkeğin ve aşkın peşinden koşarak var olma çabası içinde olanlardandı. Saçaklı, sallanan elbiseler içinde çalan o jazz ritmleri arasında tüm o zenginliğin sefasını sürmeye çalışmaları aslında hiç de absürd değil.

Dönemin yapı taşlarından olan bir diğer modern edebiyat örneği Ernest Hemingway kitabı ''Sun Also Rises''da da yine bu temalarla karşılaşıyoruz. Maskülen hayat çizmeye çalışan kadınlar, erkekler gibi sadece zevklerin peşinden koşmak isteyen Lady Brett Ashley buna en güzel örnek. Hatta yine sezonun en hit trendlerinden biri olan Matador esintileri de ilhamını maskülenlik ve erkekliğin buram buram koktuğu Hemingway romanından almış gibi. 


Jane Birkin şarkısı ''18'' ise sanki yukarıdaki şarkıların ya da Gatsby romanının fon müziği gibi.



ps1:-Bugün eski yazımı bir kez daha okuduğumda beğenmediğim- hem film hem de kitap üzerine ettiğim iki çift lafı da şuradan okuyabilirsiniz. http://apolloyournextdoorboy.blogspot.com/2011/04/great-gatsby.html

ps2:-pics via, vogue türkiye mart 2012/ models.com

18 Nisan 2012 Çarşamba

TOP OLYMPIC ARENAS

Antik Çağ sever biri olarak modern zamanlarda yapılan hiçbir arenanın o günkü görkemine ulaşamadığını düşünsem de günümüzde gerçekleşen Olimpiyat Statlarının her biri de post-post modern uzay mekikleri gibi. (Gerçi o günlerde özel bir arena olmasa bile atmosferi yeter sanırım.)

2008 Pekin Olimpiyat Oyunları'nın açılış ve kapanış töreninin yanı sıra çeşitli oyunların da oynandığı ana stadyum ''The Bird's Nest''adını taşıyordu. Yapımı 5 yıl süren bu görkemli binadan daha görkemli olan şey ise resmi açılıştaki törendi.
Kapısı açılmaya başlayan bir uzay mekiği görüntüsüne sahip olan bu stadyumun en ilginç yanı sanırım kanatlardaki oturma planı. 2000de gerçekleşen Olimpiyat Oyunlarının ev sahibi ise Güney Yarım Küre'den Sydney olmuştu. 
Görkemini modern mimarinin gücünden almasa da Antik Çağ oyunlarına selam çakan bu görüntü ise 1984 Los Angeles Olimpiyat Stadından. Aslında stadın ana giriş kapasının ve iç tasarımının Coliseum'a benzetilmesinden başka da bir marifeti yok.
Doughnt şeklinde yapılmasından ötürü ''The Big O'' olarak da bilinen Toronto Olimpiyat stadı ise 3 yılda tamamlanmış. '76 Olimpiyatlarında açılışı yapılan stadın boynuzu ise daha sonradan eklenmiş.
1972 Olimpiyatlarının ise birden fazla ilgi çekici yönü var. Kanlı Olimpiyat olarak adlandırılabilinecek Münih Oyunları'a terör damga vurmuştu. Daniel Craig'in de başrolünde olduğu Spielberg filmi ''Münich''in anlattığı da buydu. Yapı olarak ilgi çeken yönü ise balık ağları içine hapsolmuş şey sadece bir stat değil adeta şehir.
ve 2012 Londra Olimpiyatları, oyunlar -genellikle- diğer şehirlerde de olduğu gibi 10 kadar stada yayılmış durumda. Bazı oyunlar dışında açılış ve kapanış gösterilerinin de yapılacağı Olympic Stadium bu kadar ilgi çekici olmasa da Velodrome Arena daha göze çarpar nitelikte.

17 Nisan 2012 Salı

FUCKYEAH17APRIL1990

This was how things like in April, 17 1990  on the day I was born
Grace Coddington was just newly 49.
Emma Watson was only 2 days old.
Victora Beckham's mom was singing ''Happy Birthday''.
Anna dello Russo was talking with her friends about how everything was gorgeous on her 28th b-day party.
There was only 2 more days for 3rd episode of  ''Twin Peaks'' season 1.
There was NO Justin Bieber and NO Chloe Grace Moretz.
Kate Winslet and Penelope Cruz still hadn't filmed any projects.
Lana del Rey only imitating Madonna just in front of the mirror.
There was still Soviet Union.
Still 9 years 8 months for Millenium.

#1 Song on Billboard HOT 100
Tommy Page // I'll Be Your Everything
#1 Album on Billboard TOP 200
Bonnie Raitt // Nick of Time
#1 Song on UK TOP 40
Madonna // Vogue

#1 on American Box Office
Teenage Mutant Ninja Turtles
American Vogue April 1990
Christy Turlington by Patric Demarchelier
British Vogue April 1990
Tatjana Patitz by Patric Demarchelier
Playboy April
Meryl Streep in 1990
1990 FIFA World Cup Italy Logo
1990 Eurovision Song Contest // Yugoslavia
How people smiling on Beverly Hills 90210
Ocean, Beach and NAKED Kate Moss (no change in 22 years)
by Corrine Day for The Face
and yes

16 Nisan 2012 Pazartesi

FESTİVAL ARDINDAN

Yiten giden 31. Istanbul Film Festivali'nin arkasından el sallarken iki çift kelam etmemek de olmazdı elbette. Her güzel şeyin bitişi vardır mottosundan ziyade yazının ana fikri biraz çemkirme olabilir. İkinci kısımda ise izlediğim filmler hakkında birkaç çift laf yer almakta.
1: Genel olarak muhteşem filmler seçip izleyip her festival sonrası mest olan ben ''abartma filmler o kadar da iyi değildir'' ya da ''sen şimdi artık gişe filmlerini de beğenmezsin'' önermeleriyle azar işiten ben için festival tam bir fiyasko oldu. Üstelik ben filmleri kötü seçmedim, IKSV'nin karşı tarafa film tanıtma konusunda bence ciddi problemleri var. Üstelik bunu söyleyen tek ben olmadığım için 'okuduğunu anlama' konusunda bir geri zekalılığım olduğunu da düşünmüyorum. (Şimdi reklamlar: Kaldı ki sürekli kitap okuyan ve 4 senelik lisans eğitimini edebiyata ayıran biri olarak bir hata olabileceğini de düşünmüyorum).

2: Bu sene reklamların kısaldığı IKSV tarafından bas bas duyuruldu. Ancak kısalan reklam ardından 5-10 dakikalık boş ekran izlettirme huyu gelişmiş bunun üzerine.

3: Filmleri çeviren insanları IKSV mi buluyor yoksa başka biri mi bilmiyorum, ama eğer kendileri bulmuyorsa bile adlarına leke sürdürtmemek adına bu işlemi sıkı kontrolden geçirmeleri lazım. Neticede okuduğumuz şey -de'leri -da'ları birleşik 140 karakterlik tweetler değil.

4: Ve rezaletin daniskası! ''Gönderilen filmin kopyası şifreli'' dendi, ''şifre yok'' dendi. ''Film dijital formatta çekildi, geçen denedik sorun yoktu ama bugün (cumartesi / atlas) gösteremiyoruz'' diyerek 'Tutsak'ın gösterimi yalan oldu. üstelik film sunumluydu, daha da ilginci 'ek seans' gibi bir alternatif sunmayı bile düşünmediler. Teşekkürler IKSV. Geçen de filmin tersten başlatıldığı ve ancak 20dakika sonra sorunu gidermek için birşeyler yapıldığını okumuştum.

Aslında her seferinde sus içine at desem de yapamıyorum IKSV Istanbul'un kültür-sanat mafyası, bu sanırım artık kesinleşti, bizler nasıl olsa tek festivalimiz aman işte olur böyle dedikçe sanki her seferinde sorunlar daha da fazla artıyor gibime geliyor. İyi ya da kötü -neticede bu zevk meselesi- elbette onlarca filmi toparlamak, dağıtımcılarla görüşüp ülkeye getirmek kolay olay değildir, tüm bunları yapabildikleri için de önlerinde saygıyla eğliyorum, ama biraz özen gösterilip, baştan savurmacalık yapmasalar?

Gelelim film çemkirmelerime: (Bu kategoride IKSV'ye bok atma işlemi sona ermiştir, gerçi 1. maddedenin sonucu olarak genelde bunları seçmeye yönelsem de filmlerin kendi boktanlığından dem vurma niyetindeyim.)

WUTHERING HEIGHTS // UĞULTULU TEPELER
Festivalin benim için en büyük hayal kırıklılığıydı diyebilirim. Ağır aksak ilerleyen çekimler, bir ağaca zoomlanmış 5 dakikalık görüntüler (hayır efendim yönetmen burada bir şey anlatmıyor, bu bir Tarkovsky filmi değil hem) ve şiddetli içeriğiyle ciddi anlamda rahatsız oldum diyebilirim. Üstelik film bildiğin sıkıcıydı.

EN KONGELIG AFFEARE // YASAK AŞK
Yasak Aşk diye adlandırılan film öncelikli olarak yasak aşkı anlatmıyor. Film, tamamıyla, deli Danimarka Kralı  ve ülkeyi yapmış olduğu reformlarla düzlüğe çıkaran kralın doktoru hakkında. Asıl anlatılmak istenilen yasak aşk ise metnin çok gerisinde kalmış, sadece kökü besleyen bir damar gibi. IKSV'nin anlattığının aksine ise tutklu-heyecan-cinsellik ve ihaneti 0 noktasındaydı. Gerçi bir not düşmenin de faydası var, orjinal ''Girl With The Dragon Tattoo''nun senaryosunu yazan adamdan ne beklenir ki?

TERRAFERMA // MEMLEKET
Çekilmiş olduğu mekanlar sonucu izlemeye karar vermiş olduğum bu İtalyan filmi aynı zamanda senaryosu ve hikayesindeki zenginliğiyle de beni etkiledi. Harita üzerinde bile yer almayan bir Akdeniz adasında geçen filmin ortasında iki farklı konu yer alıyor. Geçinmek için hayat şekillerini değiştiren bir anne-oğul, ergenlik çağında olan çocuğun kendi sorunları, adaya gelen turistlerle ilişkisi hikayenin birinci katmanını oluşturuken filmin ana teması olan 'İnsan Hakları' konusunun da gelişmesine katkıda bulunuyor. Afrika'dan Avrupa'ya kaçak gelmeye çalışan siyah vatandaşlar hakkında olan film aynı zamanda 'insanlık' kavramına da parmak basıyor. Boğulmak üzere olan insanı kurtarır mısınız? Yoksa hukuk ve kurallar size ne olursa olsun kaçak vatandaşlara yardım etmemenizi ön görüyorsa ne yaparsınız? Muallakta kalan sonu ve genel anlamda ilerleyen senaryo ise aslında açık konuşmam gerekirse insanları sömürmek için yazılmış, ağlak Türk dizilerinden farksız ama.

ALPS // ALPLER
Film için heyecanla bilet almamın en büyük sebebi bir Yunan yapımı olması değil, yönetmeninin aynı zamanda yolu Oscar'a kadar uzanan ''Dogtooth''un da başındaki Giorgos Lanthimos oluşuydu. Şimdi son zamanlarda bu laf da ağzına sakız oldu diyeceksiniz ama senaryoda hakkaten boşluklar vardı, hani bu yüzden ya bazı şeyler çok absürd kalıyo, ya abartı oluyor, ya da havada kalıyor. Bitmesi için dakikakları saydığım filmin absürd tarafları yönünden inanılmaz komik sahneleri de yok değildi, bu arada oyuncuların ilk filmden bile daha robotik bir şekilde hareket etmelerinden yola çıkarak bir sonraki filmin oyuncularının Çelik ve Çeliknaz olmasını tavsiye ediyorum Giorgos'a.

FAUSTUS
Sanırım film hakkında konuşmak için biraz daha bekleyip sindirmem lazım ama burda Poe'nun edebiyattaki teorisini savunmak zorundayım. ''Bir oturuşta bitirilmesi gerekir.'' Evet uzun filmlere dayanamıyorum. Tabii ki de uzun olduğu için kötü demiyorum filme, çarpıtmayın.

DER FLUSS WAR EINST EIN MENSCH // NEHİR BİR INSANDI
Filmi atlamış olmayayım diye şimdiden yazayım dedim! İzlediğim 5 yıldızlı nadir filmlerdendi. Gelecek günlerde 'on the road' teması üzerine bir şeyler yazmayı planladığımdan bunun içeriğini de o zamana saklıyorum.

BONSAI
#topsweetestmovies listesinde zirveye oynayan ''Bonsai'' bir Şili yapımı, sunumlu gösterimde filmin yapımcısı cuma akşamını partylemek yerine filme ayırdığımıza şaşırsa da gençlik aşkı, melankoli ve Marcel Proust göndermesi aslında güzel bir film izlemenin verdiği şaşkınlıkla (onca vasat film sonrası) insanın pek de hayal kırıklığı yaşamasına sebep vermiyor. Sevişmek, yatakta uzanmak sonrasında kitap okumak, ayaklarla oynaşmak tamamıyla bir Louis Garrel cilveleri olsa da onsuz da olabiliyormuş demek. Daha filmin başında sonunu öğrendiğimiz filmin en güzel yanı da zaten son gelene kadarki süreci keyifle izlemek, hatta sonunu bilmemiz bile sonu geldiğinde bizi şok etmekten ya da üzmekten alı koyamıyor. Hayattaki yalanlar üzerine de kurulmuş olan filmin çıkış noktası ise hali hazırda Türkçe'ye çevrilmiş ve yayınlanması beklenen bir Alejandro Zambra romanı.

MARINA ABRAMOVIC: THE ARTIST IS PRESENT // MA SANATÇI ARAMIZDA
Belgeselde Abramovic'in günlük yaşamına dair detaylar bulsak da asıl amacı MoMA için hazırlamış olduğu efsanevi retrospektife nasıl hazırlandığı ve sergileme aşamasında başından geçen olaylar üzerine kurulu. Sergi gerçekleşmeden kısa bir süre önce kendisini tanıdığım sanatçıyı MoMA'dayken izlemek en büyük hayalimdi desem abartmış olmam. Film izledikten sonra aklımda kalan tek şey ise şu, Fitaş salonunda bile kendisini izlerken tüylerimi diken diken eden kadın, sanki MoMA'nın içerisindeymişim gibi beni büyüleyen kurgu aslında gerçeğe dönüşseydi ne olurdu? Bu soruyu filmden sonra günlerce kendime sormaya devam ederken ise karşılaştığım şu blog aslında hislerime tercüman oldu diyebilirim: http://marinaabramovicmademecry.tumblr.com/

Festivalde izlediğim diğer filmler ''Elles'', ''Femme du Veme''den şurada, ''2 Days In New York'' hakkında şurada ve aynı zamanda ödül kazanan ''The Loneliest Planet''tan ise şurada bahsetmiştim.

13 Nisan 2012 Cuma

THE LONELIEST PLANET

Not: Aşağıdaki yazı, travel guide 'Lonely Planet' review'ü değil, ''çoluk çocuğun eline kamera verirsen ortaya böyle bir sonuç çıkar'' temalı film sonrasında kaleme alınmış bir yazıdır.

40küsur yaşına gelmiş Rus asıllı Julia Loktev'in 2. uzun metraj filmi olan ''The Loneliest Planet'' aslında Nat Geo belgeselleri tadında, dolayısyla başta belirttiğim meşhur gezi rehberi kitabı benzetmesi de boşa değil. Yalnız filmde yer alan Gael Garcia Bernal ve partneri Hani Furstenberg ile uyumu (bknz gerçek hayatta bir çift olsalar tatlılıktan ölürlerdi) ve enfes Gürcistan doğa görselleri (bknz Instagram'a ne mal çıkardı) dışında pek de marifet yok, özellikle de 120 dakika sürdüğü düşünülünce!
Zaten çok az olan senaryoda zikredilen 3-5 cümleden anlıyoruz ki Latin kökenli Alex (GGB) ve ateşten daha kırmızı saçlarıyla #topsexiestchicalive listesinde zirveye oynayan Nica (HF) post-modern seyyahlardandır. Birçok ülke gezen ikilinin -ki aynı zamanda gelecek Kasım ayında da evlenecekler- yeni durağı ise komşu Gücistan'dır. Yanlarına tur rehberi Dato'yu (Bidzina Gujabidze) da alan ikili, dağ, bayır, çayır, çimen gezmeye başlar. Film de olsa aşklarından kıskançlığınız red alert vermeye başlarken film birden climactic anına ulaşıp her şey tepetaklak olur. Kuş uçmaz, kervan geçmez eski Sovyet dağlarında bir anda karşılarına üç yerli çıkar. Senaryonun iki boşluğu ve filmde daha sonra gerçekleşen olayları besleyen, ama anlamsız kalan olay da burada kopar.

Bir anda tüfeğini ikiliye uzatan yaşlı adamın hareketine, belki bilerek belki de o anda heyecanla kızın arkasına saklanarak tepki veren Alex, bir anlık aptallığının farkına varıp sonradan kendini silahın önüne atar. Olaydan sonra ise Alex ve Nica'nın arası pek de yolunda gitmez aslında. Zaten kuş kadar olan replikler hepten ortadan kaybolur. Ve muhteşem doğa harikası, sanırım ki Gürcistan'ın Pamukkale'si olan yerler de filmle ilerlemeye devam eder.
Ve iki boşluk...Yaşlı adam Amerikalı gençlere silah dayamadan önce Gato'yla konuşur, ancak konuşmaları bize verilmez, sadece Amerikalı oldukları lafı geçer. Daha sonra bunun nedenini Nica, Gato'ya sorduğunda yine olay geçiştirilir. İkinci olay ise Nica'nın Alex'e verdiği aşırı tepki ve bir anda kopma noktasına gelen ilişkileri. Gerçi bunu reflex şeklinde oluşmuş olması gereken erkeklik görevi kriterinin yoksunluğu nedeniyle sınavdan kalmış olabileceği ihtimalinin aslında büyük başarısızlık olmuş olabileceğini de düşünebilirsiniz.

Filmin sonuna doğru gerçekleşen ikinci climactic anda ise yine bir başarısızlık hikayesi var. Bu sefer Nica'dadır sıra. Bir anlamda biri istemeden, biri isteyerek, ya da ikisi de istemeden ama bilinçsizce birbirlerine ihanet etmiştir. Muallakta kalan sonunu da şu anda düşününce aslında güzel bir film bile diyebilir miyim diye de ikilemde kalmadım değil hani!

Rehber Gato'nunki dışında hiçbir şekilde background'ları hakkında bilgi edinmediğimiz ikilinin bu hikayesi ise Tom Bissell'in kısa hikayesi üzerine kurulmuş. Bir de onu okumalı.

PS: Filmin gösteriminden hemen önce yönetmen Julia pek bir mahçup ve heyecanlıydı. 'Türk'leri aşağılayan bir cümle geçtiği için beni affedin, ama tüm komşular birbirinin arkasından zaten konuşmaz mı?'' demesi de bence çok tatlıydı.

11 Nisan 2012 Çarşamba

HAYAT SANA GÜZEL- JULIE DELPY!

Gwyneth Paltrow ve Lisa Kudrow'un girmiş olduğu kimyasal etkileşim sonrasında ortaya çıkan Julie Delpy oyunculuğunun B Side'ında ise KristenWiig ve Woody Allen'dan ilham alınmış bir senaryo yazarlığı bulunuyor.

Romantizmin tatlıktan tavan yaptığı ''Before Sunrise'', ''Before Sunset''ler dışında bir de adamın altına yaptıracak komiklikte ve politik göndermeli ''2 Days in Paris'' ve ''2 Days in New York'' (31. Istanbul Film Festivali'nde gösterimi yapıldı) eklenince aslında demek istediklerim daha rahat anlaşılıyor.

Aslında bu yazı, Fransız oyuncunun ne yazarlık ne de oyunculuk yönünü eleştirmek ya da tartışmak için yazıldı. Sadece 'sizce de bu hayata Julie Delpy olarak gelseydik herşey daha güzel olmaz mıydı?'' mottosundan yola çıkılarak birşeylerin size aktarılması planlandı.

Muhtemelen bir pazar sabahı aldığı baget ekmeği eve götürürken karnı çok acıkmıştır ve başka bir cafe'ye girip kendine bir adet croissant almıştır, yolda onu yiye yiye yürüken önü sepetli biiskletiyle Godard ona çarpmıştır, böylece ''King Lear''da oynaması için teklif alıp daha kariyerin başında Woodye Allen'la da aynı filmde yer almanın haklı gururunu taşımıştır. Juliette Bincohe ve ''Mauvais Sang''dan bahsetmiyorum bile.

Senaristliğini üstlendiği çoğu filmde ise kendi özel hayatından parçaların yer aldığını da görüyoruz, ''Before Sunrise''da Amerika'daki okulundan dönen Celine, ''2 Days in Pairs''te de öz anne ve babasını karakteri Marion ile de paylaştı, '68 sonbaharı Fransız Sokak Devrimler'ini ve ebeveynlerinin o günlerde ne yaptıklarını bize sunan  Delpy büyük ihtimalle boş zamanlarında bolca eski albümleri karıştırıp, eline bir ses kaydedici alıp babasını konuşturuyordur.

Aslına bakarsanız Delpy'nin pek boş vakti olduğunu da sanmıyorum. Üçüncü kez Ethan Hawke ile kamera karşısına geçmek için sabırsızlanan Delpy önce projeler bulup onları hayata geçirmek için uğraşırken sonra da onlara devam filmi yaparken hayat zaten akıp gidiyordur. Eminim ki özellikle ''Sunrise-Sunset' serisini izlerken ''eğer bu film kitap olsaydı, tüm repliklerin altınız çizmiştim'' demişsinizdir, dolayısyla böyle şahane senaryolar yaratmak ya da onlara katkıda bulunmak pek de kolay olmasa gerek. Akışkanlık konusuda Tutku'nun kremasından daha ahengli olan senaryo, gerçek hayatın birebir kopyası gibiydi. Hani mimetic anlayış ölmüştü?
Güzellikte Marion Cotillard'ın seksilikte de Ludivine Sagnier'in eline belki su dökemez; (gerçi ilk fotoğrafta da Jessica Chastain havası da yok değil) ama gün geçtikçe bu kadına ısınma katsayımın neyle alakalı olduğunu da çözmüş değilim, ya da inatla -basit ama akıllıca oluşturmuş olduğu senaryoların beni etkileyen tek neden olabileceğini görmezden gelmek istiyorum. Belki de hala Celine karakterini baştaki iki isimden birinin değil de Delpy'nin canlandırmasından dolayı haklı bir burukluk taşıyorumdur. Fakat yine de hayatın bir kısmını Paris'te bir kısmını Los Angels'da yaşarak geçirmek, croissant ile beslenmek, sadece senaryo yazmak, okumak ve onları filme çekmeyi düşünerek zaman geçirmek bir de babanın dizi dibinde 60ları dinlemek dünyanın en cool şeyi olsa gerek! Seks maceralarından bahsetmiyorum bile. Sahi acaba senaryo ve gerçeklik ikilisi bu tema söz konusu olduğunda hangi tarafa daha yakın duruyor Delpy filmlerinde?

9 Nisan 2012 Pazartesi

BELLE DE JOUR: JOANNA KULIG

Genellikle ülkesi yapımlarından olan Polonya filmlerinde yer alan Joanna Kulig 2 mainstream sayılabilecek işte yer aldıktan sonra kanımca daha çokça bizi meşgul edecek gibi. 'Hansel ve Gretel'in yeniden çekiminde yer alması da su yolunun başlangıcı gibi! 'The Woman In The Fifth' ve 'Elles'de karşımıza çıkan Kulig'in bu iki filmi de 31. Istanbul Film Festivali'nde gösterildi. Üstelik her ikisinde de büyük isimlerle çalışıp baş rollerde (birinde evet diğerinde gibi)yer aldı.
Lara Stone ile yarıştırabilecek büyüklükteki göğüsleri, sapsarı saçları ve beyaz teniyle de yine #modelofthemoment 'un Leh ikizi gibi. Bu arada Leh olmanın getirilerini (ya da sterotipleştirilmesinden ötürü tam aksi mi?) her iki filminde de kullanan #belledejour birinde aksanı ve konuşmasıyla Fransa'da kaybolan Amerikalıyı etkilemeyi başarırken diğerinde de Batı'da çalışan fahişe Doğu Bloklu karakterinde.

Kristin Scott Thomas ve Ethan Hawke'un baş rolünde bulunduğu ve bilinç altı ve akıl oyunları temalı 'The Woman In The Fifth'te Paris banliyölerinde derme çatma bir otelin Türk işletmecisinin sevgilisi olarak kendini gösteren Kulig 'Elles'de ise Juliette Binoche ile karşı karşıya oynayarak -hem de bayaa samimi- zaten oyuna 2-0 önden başlıyor.
Erasmusla Fransa'ya gelen Alicja herşeyini çaldırıktan sonra kendine bir yer aramaya başlar. Göğüslerini görmek isteyen adamı reddettikten sonra aslında kaçarı olmadığını anladığında yoluna fahişe olarak devam eder.Elle dergisi için makale hazırlayan Anne (J Bincohe)'in ise buluştuğu iki fahişeden biri Alicija'dır. Otel odasında gerçekleşen buluşma gecenin sonuna doğru 'Les Amours Imaginaires'de de karşımıza çıkan 'Pass This On' (The Knife) 'un çalmasıyla beraber de bir hayli ateşli olmaya başlar.

İtiraf etmeliyim ki tıpkı Lea Seydoux gibi onu da izlemek çok keyifli.

4 Nisan 2012 Çarşamba

IT SHOES

Onlar sezonun gözde ayakkabıları, tasarım harikaları. Kimi zaman bir işbirliği sonucu ortaya çıkıp hem tasarım ruhunu hem de markanın klasik bakış açısını birleştirirken, bazıları da kendi klasik yolundan şaşmadan bilindik filozofisiyle yola devam etmekte. Dost ya da düşman fark etmez, aslında başkalarının bakıp bakmaması da önemli değil. Belki de dünyayı ele geçirmek için devrimsel hareketler yapmanıza ilham verecek sizi itecek tasarımlar bunlardır.
Oliver Spencer
Nike / Dunk High Deconstructed Premium Pack
Visvim/ Hockney
Buterto / Ripple
Ibiza, Marni biraz da Etro havası olan TopMan
H&M


2 Nisan 2012 Pazartesi

MOOD BOARD: AFTER TASTE

Love 7. sayısının temasını 'After Taste' olarak belirlemiş, kapaktaki alt-spot ise 'celebrating the end of elegance'. Linda Evangelista, kapağın arkasında, derginin hemen içerisinde ise kırmızı tüylü bir maske ve tüylü bir elbise ile poz veriyor, genel duruşundaki zarif hatları aksine 'vintage bir porno dergisinden' fırlamış gibi.
Kapağın ilhamı ise İngiliz sanatçı Jamie Reid. Punk ve anarşizm ile Kraliyete selam çakıp adanın sembolüyle dalga geçen Reid de bir anlamda pırlanta kadar zarif 'görünen' bir fenomeni yerle bir ediyor aslında.
Flip-flopların geçtiğimiz 10 sene içerisinde sonunda erkeklerin de vazgeçilmezi olduğundan beri, iş çığrığından  çıktı aslında. İş yeri gibi daha kurumsal mekanlara kadar her yerde kullanılmaya başlanan dünyanın en rahat varlıklarına Tom Ford'un da itirazı vardı. Geçtiğimiz sene yayınladığı ''Centilmenlik Manifestosu'nda'' ise kaybolan dandy ruhunu yaşatmaya çalışmıştı. Üstelik internette karşıma Bryan Boy ve stili çıktıkça Ford'un ne yapmaya çalıştığını daha fazla anlar oldum.
Deneysel indie'ciler, Gagavari kısa filmler...Onların en büyük düşmanı ise ''cheesy'' videolar. Black Eyed Peas ve Jennifer Lopez'in (bu arada 'Dance Again'i dinlediniz mi?) en büyük takipçisi olduğu ecnebi dilde pop-apaçi müziğini görselliğe yansıtan ise LMFAO videoları oldu. Eğlenceli olmalarına laf yok, ama bu o anlayışın sorgulanmaması anlamına da gelmiyor. Ve elbette Madonna'nın videosu. Tipik Madonna marjinalliği ve Mert & Marcus'un sınırsızlığı birleşince ortaya topuklu ayakkabı ve külotlu çorap giyen erkekler çıkıyor.
 
Nerede o Fransız filmleri tadında yaşanan aşkların günümüz karşıtı ise Karl Lagerfeld'in gözdesi Baptiste Giabiconi ve Mavi Başıklı Kız Katy Perry'nin aşkı.
 Bu ay iki farklı kapakla karşımıza çıkan Vogue Türkiye ise şu anda dünyanın en hit modeli olan Lara Stone'u kapağa taşıdı. Birinde romantik yüzünü gösteren Lara (ki hem Lara'nın hem de Vogue TR'nin bugüne kadar yaptığı en iyi kapak) diğer kapakta ise Cüneyt Akeroğlu ve Grace Cobb tarafından 80lerin cafcaflı pop dünyasının içindeki Alice'e büründü. Kapakta kullanılan renklere, Lara'nın koca göğüslerini gözümüze gözümüze sokan siyah sutyen de eklenince bye bye elegance.
Keza, yine Vogue Italia'nın Mart 2012 kapağı da buna en büyük örnek. Gofret jelatinlerinden saç tokaları, abartılı makyaj ve renklerin bir arada kullanılması. Doğu Blok ülkelerinin ve İranlı kadınları anımsatan bir stil anlayışı hatta.
Bundan sonra geriye tek bir şey kalıyor. 80lerin sonunda ve 90ların başında bir anda ortaya çıkan Underground Vogue kültürünün geriye dönmemesi. Google'dan ''How Do I Look?'' hakkındaki görselleri aratıp aynı zamanda ''Ball Culture'' denene şeyle de karşılaşabilirsiniz. Zira Italyan Vogue'unun gönderme yaptığı şey biraz da buydu.

1 Nisan 2012 Pazar

APOLLO BOY MAG: NO 20 || TASTES ISSUE


Love Magazine'in yeni sayısını adadığı 'After Taste- Elegance is Over' temasıyla tüm Amerikan Kültürü'nün Woody Allen tarzında gözlemlendiği 'Breakfast of Champions' kitabı aynı anda önüme gelince ortaya çıkan şey tam da bu oluyor.
Elimden geldiğince Nisan ayı boyunca sadece bu iki tema ve Istanbul Film Festivali hakkında konuşmaya çalışıcam.
Happy Springs
xx

pic from Shortlist Mode