30 Eylül 2011 Cuma

THE SUMMER SPIRIT STRIKES BACK

Biliyorum eylül'de ne dineledim köşesi için biraz geç kaldım. Yoğunluk yoğunluk vs vs. Ama atlamak da olmazdı.
Video'nun bu kadar gecikmesinin nedeni nedir bilmiyorum, ha zaten video olmasa da olurdu. Birçoklarımız zaten Brit'lerdeki canlı performansını video olarak benimsemiştik. Ha ayrietten herkes şarkıya kendi kafasında video çekmişti. Yine de Adele saçmalamadan en azından hepimizin aklındakine aşağı yukarı uyabilecek bir video çekmiş. Son bahar, Paris ve yürümek.

Eylül ayında gerçekleşen moda haftaları. Ancak yine de bu sadece modanın konuşulması gerektiği anlamına gelmiyor. Aynı zamanda defilelere background oluşturan parçalara da göz atmak gerekir. Geçtiğimiz sezon Prada ve Burberry gözdelerimken bu sene yegane gözdem Burberry. Joss Stone ve U2 ile karşımıza çıkan Bailey'den favorim ise U2'nun ''Everlasting Love''ı.

Ve Lacoste defilesi. RTW Showları için onların seçtiği isim ise insan üstü varlık Björk'ün ''Crystalline''iydi.

Güney'e doğru indikçe Kuzey'de burun kıvırdıklarımıza bazen karşı gelebiliyoruz.

25 Eylül 2011 Pazar

EVA THE GREEN !

Çokça İngiliz olmakla karıştırılsa da Eva Green aslında Fransız; derinden bakan etkileyici renkli gözler, omzundan aşağıya sarkan saçları, sert ve seksi duruşu, hepsinden de öte femme fatale ama aynı zamanda da gothic bedeni. Belki de bu yüzden yapımcılar romantik ama erotik, aynı zamanda baştan çıkartıcı rolleri hazırlarken Green'i düşünüyorlardır. Belki de 2012de vizyona girecek ''Dark Shadows''da Johnny Depp ve Helena Bonham Carter'ın yanında Tim Burton'un onu seçme isteği de çekici ama karanlık tarafı yüzündendir.
British Harper's Bazaar June 2011

Aslında tam da Carine Roitfeld ve Emanuelle Alt'ın Vogue Paris'te görmek istedikleri ve bizlere aktardıkları kadın modelinde.(Tabi daha fazla Carine). ''Fransızım, tembelim ve sigara içerim'' diyor Green. Roitfeld döneminden kalma editöryallerden selam çakan Parisienne kadınlar gibi. Saçlar dağınık, gözler ön planda, belki bir göğüsü açıkta ve duman altında. Gözler ise ''ahh o James Dean Glossy Eyes''.

Hollywood sinemasınca pek tanıdık olmayan ya da rağbet görmeyen Green'in kazandığı ödüller listesi de aslında şaşılacak derecede pek de kabarık değil. Gerçi kariyerinde henüz 10. yılını bile doldurmamış olmasına bakacak olursak belki de zaten henüz beklediği çıkışı yapamamış olması da buna etkendir. Yine de ilk filmi ''The Dreamers'' 9 yıllık kariyerinin zirve noktasıdır kanımca.

Gençtiler, şehvetliydiler 1968 yılının Paris'inde yaşıyorlardı. İki kardeş bir de Amerikalı yabancı. Egzotik Avrupa ve sınırları olmayan iki kardeş. Cinsellik, çıplaklık, özgürlük, müzikleri, mesajları ve eski kült filmlere gönderme yapan Bertolucci filminde, Eva Green en az karakteri Isabelle kadar şehvetli bir şekilde sinemaya merhaba demişti. Genç bir kız olmasının yanı sıra, ilk filmi için bile fazla cüretkar olan filmde Green belki de hiç olmadığı kadar baştan çıkartıcıydı. Filmi izledikten sonra iyi ki de Green'in yakın çevresinin dediklerini kulak arkası edip rolü kabul ettiğine seviniyorsunuz bile.

Çıplaklık tıpkı Penelope Cruz, Julianne Moore ve Kate Winslet gibi Eva Green'in de karakter özelliği olmuş neredeyse. En az ilk üç isim kadar rol aldığı tüm filmlerde cüretkar sahneleri mevcut. Tıpkı her bölümde en az 3 dakika boyunca vücudunu cömertçe sergilediği Starz'ın yayından kaldırdığı ''The Camelot''ta olduğu gibi. Kral Arthur'un ablası Morgan rolünde karşımıza çıkan Green, akıllıca hareketlerde bulunmasa da sinsi ve karanlık güçlere sahip olan aynı zamanda istediği şeyi almak için her türlü deliliğe başvurabilecek, bir imparator kadar oturaklı ve ihtişamlı aynı zamanda seksi ve baştan çıkartıcı karakteriyle de yine kendine en uygun rolü canlandırmıştı. O bakışlar, o aksan ve o duruş. Sanırım konu Eva Green'se hakkında yazılan hiçbir metinde ''baştan çıkartıcı'' sıfatı en az 3 kere kullanılmazsa o yazı yeterince onu betimleyemiyormuş gibi.
Dior @ 2008 Bafta Awards / Dior @ AmFar Gala / Givency @ 2007 Academy Awards

Green 2011 yılında da vizyonu meşgul eden iki ayrı filmle karşımıza çıktı. İkisinin temelinde de duygusal, içten, utangaç ve romantik kadının duygularını ön plana çıkartsa da birinde hırsı ve istekleri neler yaptığını göremeyecek kadar kendini kör eden hislere sahip bir kadın formatını vurgulamakta. Filmlerden ilki geçtiğimiz ay vizyona giren karamsar içerikli ''Perfect Sense''. Green'e baş rolde yardım eden isim ise İskoç ''taş'' aktör Ewan McGregor. Nobel Ödüllü Jose Saramago romanı ''Körlük''ün bir diğer boyutu da diyebilirim film için. Çığrından çıkan 21. yüz yıl insanı tüm öfke, sinir ve hırs harbinden sonra gittikçe hissizleşmeye başlar ve sona doğru yaşayan birer ölü olmaya başlar. Peki tüm bu hisler kaybolmaya ya da işlevlerini yitirmeye başlarken aşk ne yapabilir, dur diyebilir mi ? Distopik bir dünya hayal edin ama içinde aksanıyla, duruşlarıyla ve aşklarıyla sizi kendinizden geçirecek iki karakter de olsun içinde.
2011 Bafta Awards // Eva Green'in seçimi kavalyesi Tom Ford'un '11 S/ S kolleksiyonundan. En köşedeki karede ise Tom Ford, Green'in elbiesine takılan ayakkabı ile cebelleşmekte. Tres cute. 

Filmlerden bir diğer ise ''Womb''. Kanımca içerik sebebiyle Türkiye'de pek vizyon yüzü göreceğe benzemiyor. Ancak geçtiğimiz kış !F Bağımsız Filmer Festivali'nde gösterildiğini belirtmeliyim. Film çekilmiş olduğu mekanlar ve Eva Green sayesinde kendini bana çekse de içerik olarak kanımca fazla boş, fazla uzun ve sonuna doğru da yeterince rahatsız edici. İki ufaklığın birbirlerine karşı besledikleri sevgi ve saf aşk gibi tatlı konularla başlayan hikaye daha sonra kızın (Green) ülkeyi terk edip Japonya'ya yerleşme zorunluluğu nedeniyle sarsılır. Ancak daha sonra -15 yıl gibi - geri dönen kızla çocuğun aşkı yeniden devam eder. Biraz ''Jeux d'enfants'' ve ''Los Amantes des Circulo Polar''un insanı kahreden sonu kıvamında devam eden film, sevgilisini kaybettikten sonra onun spermleriyle hamile kalan Rebecca'nın hayat hikayesi aslında. Ancak çocuk ergenliğe geçtikten sonra işler hiç de filmin başı kadar saf ve sevgi dolu olmayacak. İşte işin rahatsız edici boyutu da - en azından bana göre- burada. Aslında benzer sahnelerin ''Savage Grace''de yer aldığını belirtmeliyim, yani ama burada olayın akışı ve karakterlerin hayata bakış açıları ve duruşları açısından olayın gelişimi insanın kanını daha fazla dondurmakta sanırım. (İlginç gelen nokta ise sürekli Julianne Moore'a benzettiğim Green'in onun rolüne benzer bir şekilde karşıma çıkması oldu.)
from ''Madame Figaro'' 2011

''The Golden Compass'' ve ''Casino Royal'' gibi macera, aksiyon ve fantastik filmlerde de rol alan Green'in filmografisine son eklenen yapım ise yazının başında da belirttiğim gibi bir Tim Burton filmi olan ''Dark Shadows''. Bu sefer korku ve gizem işin içinde. Mistik bakışları ve gotik duruşuyla da Burton'un dramatik-korku altyapılı karakterinin üstünden geleceğine de eminim. Belki de seksi bir kadından sonra ortaya çıkartabildiği en iyi karakter de tıpkı ''The Golden Compass'' ve ''Camelot''ta da olduğu gibi bir büyücü. Ortada olan şey de bu iki karakterin aksinde sıradan ve duygusal rollerde izleyiciyi büyüleyip altından girip üstünden çıkıyor. Kim bilir belki de içine Orta Çağ'dan kalmış Fransız büyücü atalarından biri kaçmıştır.

Eva Green tüm bunların yanında Tom Ford'un ilham perisi, arkadaşı. Yine de onun ''gerçek kadınları'' yürüttüğü defilelerde ya da ''A Single Man'' filminde bulunmadı. Ama Dior, Lancome ve Armani için kampanya yüzü oldu. Defilelerde ''front row''ları kaptı Oscar ve Bafta'lar sonrasında adı sürekli ''best dressed''ler listesinde geçti.

Altını çizmekte yarar var. ''İnsanların beni sadece femme fatale bir karaktermişim ya da sterotypemışım gibi görmelerini istemiyorum.'' diyor. Yine de içten içe bu özelliğine tapmış olduğunu hepimiz de biliyoruz, daha önceki yazılarımdan birinde de (tık) belirttiğim gibi Interview Magazine için yapılan röportaja ek olarak gerçekleştirilen editöryalde ''The Night Porter''ı canlandırmak istemişti. Tabi yine de belirtmekte fayda var, Green'in tüm sert ve haşin rollerinin altında yatan kırılgan ve çekingen karakter de ''The Night Porter''da mevcuttu.
image credits
tumblr.com
fashionspot.com
style.com

22 Eylül 2011 Perşembe

WISHLIST- TOP 10 LOOKS FROM THE F/ W 2011 RUNWAYS

İş 2011-12 Sonbahar / Kış Erkek Trendlerine göz atmaya gelince karmaşıklaşıyor. Muhteşem, klasik kesimlere sahip olan Italyan Markarları ve Tasarımcıları bile takım elbiselerde yenilik arayışında, pantalonlarda genel olarak 20lere dönme havası sezilirken, ceketlerin de boyları kısalmakta. Sadece koyu renkler ön planda değil Dolce & Gabbana, Dior Homme gibi en gözde tasarımcıların elinden kırmızı renkte göz alıcı takım elbiseler görmek mümkün. Büyük ihtimal hiçbir CEO bunları giyip işe gitmez, ancak Academy Awards kadar ağır top olmayan ödül törenlerinde belki görürüz. Dolce & Gabbana'nin bir diğer yeniliği ise ceketleri disko topuna çevirme arzusuydu. İki ortak bir diğer markaları olan D&G için bile değişiklik planlamışlardı. Artık podyumların en renkli ismi Walter van Beirendock olmayacaktı. Ne var ki renklerin arasına hepimizin sevgilisi Disney kahramanlarını serpiştirmekle yetinmemişlerdi. Aynı zamanda kendinizi Coca-Cola görevlisi gibi hissedebilmeniz bile olasıydı.

Takım elbiselerde klasikten şaşmayıp, üstelik köklere geri dönen Gucci'de ise 70lere şarpka çıkartan kaşmir kazakların yanında bir çok defilede görmüş olduğumuz kadife pantalonlar da geri dönmüştü. Anlayacağınız bir kadife şart bu sene. Dior Homme'un son yaptıklarını Lanvin kadınlarınınkiyle özdeşleştirsem de bu sene paltolar Burberry modeli asi olmakla yetinmiyor. Geniş hacimler, pelerin kırması modeller. Neyse paltolar da gelecek sefere. Aşağıda seçmiş olduklarım ise sezonun birçok trendini içlerinde barındıran 10 değişik look. Bir diğer şekilde anlatıcak olursam, Londra, Paris, Milano ve New York'tan seçmiş olduğum Top 10um.

Bir numaramda Balmain var. Belki podyumlardan sokaklara uzanan yolda ulaşılması en güç markalardan biri. Balmain yöneticileri de bunu görmüş olsa gerek, zira daha ucuza yaratılan Pierre Balmain artık daha ulaşılabilir. Tabi ki ne kadar ulaşılabilirse. Balmain deyince akla ilk gelen muhteşem paltolar. Paltoları öyle beğenilmekte ki Vogue Paris'in baş editörü Emmanuelle Alt bile gardrobunun %90ını bunlarla meydana getirmiş. Hem ulaşılması güç, hem de muhteşemler. Bir nevi arzu nesnesi. Şimdi yatır hep kullan cinsinden üstelik. Rock ve asi stiliyle nam salan Balmain paltosu dışında, slim fit jean ve kadife pantalonlarıyla da yakın markajda olması gerekiyor bence. Benim gibi atkı meraklısı insanlar için ise yapmış yapacağını. Anlaşılan bu sezon Balmain sırf beni düşünmüş. Brit olmayan ama Londra sokak stilini Burberry'den daha iyi temsil edebilen bir marka. I wish I was a punk rocker smoking pot all day.
70lerin Hippie akımını değil de sofistike Fransız stilini geri getiren Gucci'nin sadece muhteşem çantaları kilit nokta değildi elbet. Yukarıda görmüş olduğunuz yün kazağın etiketi 650 € civarında pantalon ise 450 €.
Tribal efektlerle asi sonbaharın altını çizen Givency bu sezon kendini baştan yaratmış gibiydi. Podyumda kullanılan ayakkabılarla beni fetheden Tisci belli ki kışın gothic havasına uygun karanlık işlerle karşımıza çıkmayı yeğlemişti. Podyumlardan sokağa ise yukarıdaki looktaki bildiğimiz klasik Amerikan Cool Kid cekedinin deri ile yeniden yorumlanmış hali. Balmain palto, Gucci kazak, Givency pantalon. Of of of.
Givency'nin aksine tepeden tınağa, ayakkabıdan gözlüğe kadar DYO kutusuna düşmüş gibi. Kadie pantalonla üstteki Givency ceketi kombinleme olasılığı bile var. Burada olduğu gibi kadife pantalonlar dışında jeanlerle kombinlenip muhteşem Nike Sneakersları da ayağa geçirip rengarenk D&G kazağı heba etmemiş de olabilirsiniz. Yine de hatırlatma da fayda var her ne kadar retrovari gözükse de üstünde Coca-cola reklamı var !
Sokak stilinden uzakta olan ve klasik Italyan profiline daha uygun olan Dolce & Gabbana'da ise dediğim gibi en klasikleşmiş takım elbiselerde bile ezbere bilinen bilgiler arlt üst oldu. Slim fit takımlar yerine önde olan modelin arkasındaki kırmızı takım buna örnekken benim seçtiğimde ise cekette bazı şeyler farklı. Dikkat edilmesi gereken husus ise iki parçayı birbirinden ayırmamak ya da ayıracak olsanız bile pantalonunuz da vücuda yapışan cinsten değil de biraz bol olsun. Bu trend gelecek sezonlarda da devam eder mi bilmez ama kalıpları yıktığından bence hoş üstelik bu look sadece Dolce & Gabbana'ya da mahsus değil. İnsanın bunlara baktıkça Anna Dello Russo'nun erkek olarak yaratılmış hali olası geliyor.
Sokak stinini en iyi yansıtan Amerikan Buckler'da hoşuma giden şey ise bu palto oldu. Defileyi hazırlayan styling'çinin yapmış olduğu gibi böyle bir kemeri palto üzerinden kullanma fikri ise uygulanası. Tabi burda giyen kişinin vücut proporsiyonları da önemli. Look'un favorimlerinden biri olma sebebi ise paltonun boyu. Ne kısa ne de uzun. Kısalar daima problemdir. Altan giyilenin sarkma sorunu ! Uzunda ise Sicilyalı mafya babaları özentisi olma durumu. 
Hermes'te hiç kuşkusuz gözüme batan şey boyuna sarılan. Koyu renk olması ise onu en kullanışlı yapan detaylardan. Mevsim geçişleri sırasından çantalardan eksik olmaması gereken fular / atkı aslında modaevinin en büyük imzalarından biri. Balmain bir palto ya da Burberry deri ceket ne anlam ifade ediyorsa bu da onu çağrıştırmalı. Tabi kadınar için üretilen Birkin Bag'den hemen sonra. Her neyse bu fular Top 10 F/ W look ya da parçalarımdan yedincisi.
Beyaz bir gömlek, jean, siyah bir takım elbise erkekler için ne anlama geliyorsa smokin de onu çağrıştırmalı bence. Kendimi daha başka neyin içinde seksi hissederim bilmiyorum ama smokinin bu konuda bana çok faydası olduğu belli. Tom Ford ya da Lanvin aslında her zaman için bir numaram olsa da bu Jean Paul Gaultier de fena gözükmüyor.
Posta her ne kadar ''paltolar başka sefere'' diyerek başlasam da yine bir palto ''look''u. Seçtiğim 10 görünümde de sezon trendlerine de değiniceğimi belirttiğimden aslında bu da beklentileri karşılıyor sanırım. 1. Palto: Kesimi, modeli yine alışılagelenden farklı. Jean ve yukarıdaki Gucci yün kazakla eşleştirdiğinizde daha spor, takım elbiseyle kombşnlediğinizde ise daha klas olma şansından, çok amaçlı. Bele tıpkı yukarıdaki Buckler'da olduğu gibi kemer bağlayarak daha modern ve farklı bir hava da katabilirsiniz. Maksat görünüm göz yormadan, abartmadan zengin durmak. (Zengin derken görüntünün). Yaz kreasyonlarının aksine, bir kaç tanesinin dışında hemen hemen bütün moda evlerinin ortak seçimi koyu renkler, üstüne bir de kadife pantaln eklenince Louis Vuitton da bu kışın galiplerinden.
Sadece podyumların değil benim de genel kış modası anlayışım koyu renklerden oluşmakta. Bu yeşili görünce ise renk dedim. Aklıma ''The September Issue''da ona renk olarak yeşili gösteren Stefano Pilatti'ye attığı bakışıyla Anna Wintor geldi. Bu tam benim favorim olan V yaka kazak aynı zamanda kışın en çok sevdiğim iki rengi de bir araya getirdiği için kalbimi çalmış durumda. Bu Iceberg kazağı aynı zamanda benim genelde tüm kış yaptığım gibi bir t-shirtle de kombinlemek en doğru davranışlardan biri olabilir. Yaka bağır açık gezip üşemeyenlerdenseniz o ayrı. Siyah ya da kahverengi kanımca en uygunu. Pantalon olarak ise yukarıdaki klasik seçim aksine D&G ya da Gucci kadifesi tercih edilebilir. Toprak renklerdeki palto, çanta ve Timberland botlarla ise benim kışkı halimi hayal edebilirsiniz. Tabi bunu canınız çok sıkıldığınızda yaparsanız eğlenceli olabilir.

20 Eylül 2011 Salı

RÖPORTAJ || EMRE KURTULUŞ - VISUAL DIRECTOR OF MH TURKEY

Sıcak bir ağutos akşamüstünde koşuştururken geç kaldığımı fark ediyorum, ''tanrım umarım benim saatim ileridir'' diye düşünürken Bebek Sahili'nde ani bir el hareketiyle taxi çeviriyorum. O sırada ''tanrıya şükürler olsun ki New York'ta yaşamıyorsun'' diyor sanki iç sesim. Garip şekilde yollar açık. Yarım saate kalmadan Ritz'in önündeyim. Otelin roof'una çıktığımda masada beni bekleyenin Men's Health Türkiye ve Mercedes Magazine'nin Visual Director'u Emre Kurtuluş'un oturduğunu görüyorum. Evet, sanırım biraz da olsa geç kalmışım.
Stephen Moyer'in kapak olduğu Eylül 2011 sayısının bir de moda özel eki mevcut.

Tamam. Hayal Fabrikası'nın üretebildikleri bu kadar. Üstelik hayalimde bile mükemmel değilim dikkatinizi çekerim. Her neyse; en azından röportaj yaptığım kişi aynı. Her şeyi baştan alacak olursak sıcak bir ağustos gününde derginin eylül sayısı kapandı kapanıcakken Istanbul'un merkezindeki ofislerinde buluştuk. Daha doğrusu ben ağırlandım, kendisi zaten orada. Gerçi benim gibi hevesli biri için ise o mutfağı görmek ''glamour düşkünü'' biri olmama rağmen bin kat daha değerliydi.

Yazar burada konuya nasıl gireceğini kestiremediğinden uzattıkça uzatır...

Konuya direkten Men's Health'in Türkiye'deki yerini merak ettiğimi söyleyerek başlıyorum. Ne de olsa Türkiye'de dergicilik yeni olmasa bile ulaşabildiği insan sayısı hala kısıtlı; ancak kendisi tek sorunun ''kısıtlılık'' olmadığını da vurguluyor, sonuç olarak azınlık bir kısımdan daha da azınlık bir kısma hitap ediyorlar. Erkeklere. Hemen sonra da ekliyor gururla; ''Men's Health Türkiye'de yayınlanan diğer erkekler dergilerinden açık ara önde.''  Ancak sanırım pek şaşırmaya gerek yok, zira ortalama bir erkeğin arayabileceği birçok konuyu zaten barındırıyor içinde. Fakat belli ki bir takım endişeleri olduğu da açık, ya da daha doğru şekliyle endişe demeyelim de vizyonlarının genelde yanlış anlaşıldığı yüzünden oluşan bir sıkıntı. Genel olarak algılandığı üzere biz sadece ''vücut geliştirme dergisi'' değiliz diyor. Kanımca da böyle değil, zaten kendisi daha sonra, dergide yer alan antrenman örneklerinin ya da önerilerin asla gelişigüzel hazırlanmadığını vurguluyor. Dikkatle okuyanlar varsa da bilirler, dergide yer alan birçok makale ya da içeriğin içinde, altında, kenarında köşesinde, bir kuruluştan ya da üniversitenin ilgili birimlerince onaylandığını görüyoruz, zaten yer alan yazıların bir çoğu bilimsel içerikli, sıkı takipten ve denetlemeden geçmeden yazılması ve dergiye konması olmaz. Bir diğer değişle; okurumuza önem verip bizlere güvenmelerini sağlıyoruz.
Dergi'nin iştah kabartıcı ''beslenme'' sayfaları.

Büyük çoğunluğun MH'i seçmelerindeki diğer sebepler ise vücut geliştirme konusunun derginin sadece teması değil, içeriklerinden biri oluşu olduğunu ekliyor. Beslenme (ki kalıbımı basarım birçok yemek tarifi kitabından çok daha ilginç ve sağlıklı aynı zamanda lezzetli tarifler bulabilirsiniz) cinsellik, sağlık ve iş hayatına dair hem makaleler hem de erkeklerin sıkışık yoğun tempolarında onların işini kolaylaştırabilmek için püf noktalar eklediklerini de söylüyor. Yılda iki kez özel moda sayılarına sahip olmalarının yanı sıra da yine her ay stil önerileri ve editöryallerle zenginleşmiş moda sayflarının bulunduğunu da ekliyor. Sanırım anladınız neden erkeklerin çoğunluğunun bu dergiyi tercih ettiklerini. Üstelik güzel de bir haber alıyorum, yakında dergide daha fazla life-style / teknoloji / kültür- sanat sayfaları yer alacakmış. Yani zaten hali hazırda yer alan ''ajanda'' sayfasından çok daha fazlası bizleri bekliyor. Bizleri bekleyen bir diğer şeyin de 50. sayıları olduğunu ekliyor.  O anda ben de birden ilk sayılarını hatırlıyorum. Lost yıldızı Josh Holloway'in kapak olduğu ilk sayı.

Millenyumda yaşıyoruz, elimizin altında olan her şeyin de pratik olmasını, kolay algılanabilir olmasını ve bizi yormamasını istiyoruz. Dolayısyla aklımı uzun süredir kurcalayan soruyu bu işi daha iyi bilen birine soramazdım her halde. ''Onca yazının ve içeriğin olduğu bir dergiyi sıkmadan okutabilmek?''Okuyucunun ilgisini daima zirvede tutmak bizden sorulur gibi bir cevap versem şaşırma gibi bir bakış seziyorum karşımdan, zira yine ekliyor, biz erkeklerle dergi hazırlıyoruz, ilgisi sürekli kayabilen, odak noktası sürekli şaşabilen bir kısma, ilgiyi tepede tutmak için renklere başvuru en eski oyun her halde. Her halde artık kimse erkek adam ve renksizlik kavramlarını eşleştirmiyordur. Renkler ve grafikler derginin en büyük iki silahı da diyebiliriz, bu şekilde görsellik ön plana çıkıyor ve ilgiyi içeride yer alan bilgilendirici yazılara da çekiyor. Zaten dergi okumak eğlenceli değil midir ? Tabi yine bunun da belli sınırları var, görsellik ön plana çıkarken ana kaynak yazı kaybolmamalı. Bunları duyduğumda hala dergilerde yazıları geri plana atmayan editörler olduğuna seviniyorum, aynı zamanda bir görsel yönetmenin omuzlarına çok iş bindiğini de algılayabiliyorum sanırım. Grafik ve görsellerin de bir nevi tasarım olduğu aşikar yani. Üstelik dergiyi elinize aldığınızda her sayfada onlarca değişik ve renkli dip not kutucukları olduğunu da görüyoruz. Yani üstelik bir şeyler de tasarlarken  de, iş dergiyi okutmaya gelirken de iş görsel yönetmenin omuzlarına biniyor. Önemli olan vitrin değil mi başlangıçta zaten ?

Röportajın en keyifli yanı ise burada anlatamayacağım kısım sanırım. Hayır off-the record konuşma değil, ama bu röportaj video aracılığıyla yapılsa ne ala ? Kendimi bir an için edebiyat sınıfında, romanlarda belli başlı öğelerin / objelerin neyin metaforu olduğunu öğrenmem gibi bir an. Renksiz bir şekilde özetleyecek olursam dergide her değişen tema öncesi karşılaşacağımız bir iç kapak mevcut. O sayfalarda karşınıza çıkan garip şekiller varsa bunlar da ne demeyin, zira ilerki sayfalarda karşınıza çıkacak içerikle muhakkak alakalılar.  Ya da atılan başlıkların font ya da tasarım şekli, hiç biri de es kaza bulunmuyor orada. Tıpkı evli bir çifti, yağmur ve yağmurlukla birleştiren Hemingway gibi.

Kısacası bir kıyafet, mobilya ya da bahçe tasarlandığı gibi dergi de tasarlanıyor. Söz tasarıma gelince sormamak ayıp kontenjanından bir soru. ''Favori tasarımcılar?''. Bilen bilir bu işin en efsane isimlerinden biridir Fabien Baron. Ya da belki de size daha tanıdık gelecek haliyle Baron Baron. Harper's Bazaar, Vogue Paris, Madonna'nın ''Sex Book'u onun tasarımı olan eserler. Hatta şu anda da ''Interview''u tasarlamakla meşgul. Ancak Emre Kurtuluş'un idolum dediği bu adam sadece dergi tasarlamakla yetinmiyor, tasarımın dahi adamı aynı zamanda Calvin Klein, Burberry gibi dev markaların beyinlerinin de arkasında bulunmakta. Kendisi de şurada, sadece bir tık uzakta. (Tık) Anlaşıldığı üzere kendisi sadece işini zevkle, severek ve ciddiyetle yapan biri değil aynı zamanda kendine örnek olarak yakın markaja en alınması gereken ismi sokmuş.

Tüm bu tasarım olaylarının içindeyken de belki kendi çizdiği yol budur ya da naçizane bu iş hakkında bir kaç tüyo vermek istiyordur bilemiyorum ama, en azından örnek alınacak bir davranış sergilediği açık, bir şeyler tasarlayabilmek için sabah 9 akşam 5 masa başında iş yapan bir adam bir şeyler tasarlayamaz diyor. Zaten hem bu kendi için sıkıcı olur hem de bir anlamda adamı kısırlaştırır, şehirde olan hiç bir etkinliği kaçırmaya özen göztermeli, sinema, tiyatro, bienal ve sergiler, tabi okumak ve araştırmak. Fikrin nereden geleceği belli olmaz.

Cool bir şekilde ben sorulmayanı sorarım diyerekten ''online mı kağıt mı'' sorusunu sormaktan es geçemiyorum, zira konu dolaylı da olsa oraya geliyor; ancak Kurtuluş'un fikri de diğerlerinden farksız. ''Kağıt Ölmez''. Dergiler incelip kısmi olarak online / iPad Version şeklinde yayınlanmaya başlayabilir diyor. Tabletlerin interaktif uygulamaları olayları daha eğlenceli ve kullanışlı hale sokabilir, ancak ilk önce bir de ''her eve bir iPad is the new black'' olacak dönemlerin gelmesi lazım diyor. Kağıt ölmez dese de teknolojik gelişmelere de kayıtsız değil zira 3Dli ya da hologramlı dergi applerinden bahsederken de gözlerinin içi parıldıyor sanki. Hologramı iPad uygulamasından bir Kate Moss, Anna Wintour ya da Megan Fox fırlasa hoş olmaz mıydı ?

Bir gün kendi yayınlayacağı bir dergi olursa da gözü Kate Moss'da değil ama, bir çok mainstream derginin aksine, no-name ya da daha az tanınmış isimleri kapak yapan alternatif dergiler onun daha gözdesi olan işler. İçerik ise Interview'in daha gelişmiş hali. Her konudan, temadan ya da branştan bambaşka farklı kişiler. Ünlü bir yazarın gittiği restaurantta aşçıyla röportaj yapabilme fikri hoş olmaz mıydı ?
(özür dileyerek şu espriyi yapmak isterim büyük ihtimalle Elif Şafak, Batuhan Şef'e her şeyi bir kenara bırakıp göçebe yaşayıp kendi iç yolculuğuna çıkmak ister misin diye de sorabilir pek tabi.)

Korkarak da olsa sormadan edemiyorum, ee ne de olsa her şey biter bu tartışma bitmez. (Acaba bende olan tedirginlik onda da var mıdır diye düşünmeden edemiyorum.) Bloggerlar vs Editörler. Her ikisinin de farklı olduğunu dile getirerek başlıyor, tabi bloggerların bir şeyler yazabilme konusunda özgür olduklarını ve kimseye hesap vermedikleri için daha rahat olduklarını da ekliyor. Üstelik farklı bir şeyler yaratma zorunluluğunun ya da fazla kafa patlatma gerekliliğinin, ya da bu işi yapanlar kadar stresli olma durumu olmuyor. Bir blogger olarak bu dediklerine karşı çıkmak mümkün değil daha sonra ekleyecekklerini ise ben bile diyebilirim, o derece destek olabilirim. Bloga sahip olduğu için kendini editör zannedenler neyin kafasını yaşıyor demeye getiriyor.  Bir de tabi bloggerlığı meslek olarak görmelerine anlam veremiyor, haksız da sayılmaz.

Naçizane yine araya girerek aslında tüm bu tartışmaları başlatanların da moda bloggerlarının olduğunu ben bile belirtebilirim. Zaten o da ekliyor Türkiye gibi bir yerde modanın sokak yaşamında, halk arasında ulaşılabilirkik konusunda tepelerde olmamasına rağmen, neden moda bloggerları bu kadar fazla. Yoksa 15 dakikalık şöhretin yolu bundan mı geçiyor !

Ve sonrasında yüzümde gülümsemeyle kendi Ritz'imden ayrılıyorum.

PS: Posttaki görseller Men's Health'in Eylül 2011 sayısından. Özellikle moda severler bu sayıyı kaçırmasın zira bu ay dergi ''Guide to Style'' ile beraber ''double issue'' olarak piyasada. Benden önermesi.

16 Eylül 2011 Cuma

BEYONCE: A STAR IS BORN

O artık 30 yaşında. Pek yakında sadece inanılmaz parlak bir kariyer sahibi evli bir yıldız değil aynı zamanda ''married with children'' etiketine de sahip olacak. Aslında onu kıskanmak için onca sebep var anladığınız. Özel hayat bir kenara kariyer başlı başına swarowski taşlarından yapılmış gibi. Albüm satışları bir kenara yayınlamış olduğu 4 albümle de Amerikan Top 200de zirve olup İngiltere listelerinde debut ve son albümüyle yine #1numara olup diğer ikisiyle de kendine ilk 3te yer almayı başardı. 2000lerin sonuna doğru Billboard onu milleniumun en parlak yıldızı seçti. Daha sonra ''Yılın Kadını'' da olmayı başarıp 2011 yılında da yine Billboard tarafından ''Billboard Millenium Award'' ile ödüllendirildi. Her defasında Grammy'lerde adını en parlak şekilde yazdırıp rekorlara imza atan ise yine Beyoncé. Üstelik o başarılı kariyerini sadece müzikle sınırlandırmamakla kararlı. Annesi ile kurmuş oldukları House of Dereon'un yanı sıra çeşitli hazır giyim markaları ile beraber iş birliği ve parfümler. Üstelik sonucunda bir de Golden Globe adaylığı elde ettiği oyunculuk kariyeri.

Görüldüğü üzere kimileri 30una geldiğinde çoktan dünyaları elde etmiş bile oluyor. Tüm bunların tek bir desteği var üstelik: Hırs. Ancak tüm bu olan bitenle ''hayatı kaçırdığını'' düşünen Beyonce kısa süreli de olsa ilham toplamak için ortalardan yok olmuştu. Geri döndüğünde ise kendine, babasına ve hayranlarına hediye ettiği ikinci stüdyo albümü ''B-Day''den daha şeffaf, içten ve saf bir albüm ortaya çıktı. ''4''.

Her albümde olduğu gibi yine balladlar ve yüksek ritmli şarkılar mevcut, ancak bu sefer tek bir farkla. Balladlarda Beyonce kendini yırtmıyo, şarkılar da en az içerik ve sözler kadar naif, yüksek tempolu şarkılar da ne ''Deja-Vu'' kadar sert ne de ''Single Ladies'' kadar insanı yoran cinsten. Bir diğer farklılık ise albümde Jay Z etkisi olmaması ama onun vekili Kanye West'in ismi de yine Beyonce ile hem şarkı yazarlarının hem de prodüktörlerin arasında geçmekte.
Dazed & Confused: July 2011. Photo by Sharif Hamza

Sadece çocuklara değil kadınlara yardım eden ve onların en sıkı destekçisi haline gelen Beyonce'nin mottosu; ''kadınım ben, güçlüyüm, haklarım var, onları korur ve savunurum''. İşte Beyonce'nun bu mottosu da onu sadece philantrophist'likten bir adım öteye de şarkı sözleri sayesinde taşıyor. Her ne kadar da Destiny's Childs ile kaydettikleri ''Cater 2 U''da geyşa kıvamına getirseler de kendilerini, Beyonce gerek ''Me, Myself and I''la gerek ''Single Laydies''le bunun aksini de tartıştı. Üstelik artık klişeleşmiş bu tema son albümde de devam etmekte. ''Who Run The World: Girls''. Haydi bacım ! Beyonce sizin için sahnede.

Sağır sultan dahi Beyonce'nin Jay Z'ye ne denli derin duygular beslediğinden haberdar. ''Crazy in The Love'', ''Dabgerously in Love'' derken Queen B'nin klişelemiş ''aşkımı dağlara taşlara haykırırım'' diyen şarkı sözleri de yine devam etmekte. Albümden en sevdiğim, aynı zamanda ''WRTW: Girls'' kadar hızlı olan parça ''End of Time''da bir ''Waka Waka'', Shakira havası var. İnsanı karnaval havası solumaya iten parça aynı zamanda yine bir ilan-ı aşk. 
                                                   Come take my hand // I won't let you go
I'll be your friend I will love you so deeply // I will be the one to kiss you at night // I will love you until the end of time.
''Rather Die Young''da ise ''You're my James Dean'' diyen Beyonce bir de ekliyor, ''I'd rather die young / than live without you.'' Yine mimikleriyle ve duruşlarıyla harikalar yaratan ve albümün en iyi şarkılarından biri olan ''1+1''de de aşktan ve onu yüceltmekten korkmuyor. Videoda da aynı zamanda bu kadar basit formatla ortaya atılan bir işle bile nasıl harikalar yaratabildiğini vurguluyor sanki.
Vogue Italia July 2011: Photo by Francesco Carrozinni

Orta tempolu ve soul tınılı pop şarkılarının ağırlıklı olduğu albümde gözdem ise ''Best Thing I Never Had''. Dinlediğimde bana bir şekilde''Broken Hearted Girl''ü çağrıştıran şarkı da yine belki de soft tonlardan oluşturulan videosuyla sinematografik özelliğine dikkat çektirerek yine Beyonce'nın albüm boyunca karşıya geçirtmek istediği temayı en iyi şekilde uyguluyor.

Bir diğer tarafta ''I Was Here''de ise Beyonce hiç değinmediği başka bir temadan bahsediyor. Belki de her sanatçının ya da başarılı işler yapan bir ünlünün hayattan ama daha önemlisi hayattan sonraki zaman diliminden beklentisi. Gittikten sonra da yine hatırlanma ve bilinme isteği, başarılarının hala bilinmesi ve konuşulması isteği. ''I wanna leave my footprints on the sands'' daha nasıl içten olabilirdi ki ? ''I did, I've done, everything that I wanted  And it was more than I thought it would be '' ise belkiden hepimizin isteğidir. 
I wanna leave my footprints on the sands of time
Know there was something that, and something that I left behind
When I leave this world, I'll leave no regrets
Leave something to remember, so they won't forget
Albümün hızlı parçaları ise ''Countdown'' , ''Schoolin'Life'', ''Love on Top'' daha önce de belirttiğim gibi güçlü ve yırtıcı R&B - Disco hiti etiketinden uzaklar. Daha pop alt yapılı, R&B beatleri daha düşük ama hala Beyonce.
Vogue Italia July 2011: Photo by Francesco Carrozinni

Beyonce aynı zamanda tüm yazı promosyon çalışmalarını devam ettirmekle de geçirdi diyebiliriz. İngiliz Harper's Bazaar'a verdiği pozlar, Dazed and Confused ile yapmış olduğu muhteşem pin-up editöryal, İtalyan Vogue'una verdiği albümün içeriği kadar şeffaf, ''I Miss You'', ''I Care'' gibi şarkılar kadar içten, sıcak, vurucu ve katıksız görüntüler. Aynı zamanda geçtiğimiz hafta da New York Moda Haftası'nda kaçırmadığı show yoktu dersem de abartmış olmam. 

Sonuç olarak 
''who run the world: Beyoncé''

13 Eylül 2011 Salı

DERS PROGRAMIM aka TV'DE YENİ SEZON !

Başlıkta TVde yeni sezon dememe bakmayın; aslında Torrent'lerde yeni sezon demeliydim. Görevimiz üç farklı hedeften oluşmakta. Adım 1: Dizilerin günlerini bellemek. Adım 2:  Torrent'lere düşme anını kovalamak. Bu durumda eğer yeni bölüm hakkında meraktan çatlama söz konusu değilse genelde bir gün daha bekleyin. Misal Pazartesi günü yayınlanan ''Gossip Girl''ün en uygun izleme zamanı kanımca çarşambadır. Adım 2nin içinde aynı zamanda ingilizce / türkçe alt yazıların çıkmasını beklemek de var. Tabi aynı zamanda her dizi için siz de kendi gününüzü yaratabilirsiniz. Mesela geçtiğimiz sezon ''Game of Thrones'' pazar, ''Camelot'' cuma günü yayınlanırken, ben her ikisini de Fantastic Tuesday adı altında peşpeşe salı akşamları izliyodum. Sonuç olarak kendi gününüzü belirleyip, ekran karşısına kurulmanız da Adım 3ü meydana getirmekte. Giriş tadındaki bu paragraftan sonra bu sezondan benim seçtiklerim, kimi yeni, kimi devam kimi de sezonlardır devam etmesine rağmen ilk kez benim torrentimde indirilme şansını bulanlardan olacak.

Yoksa annenizle çok fazla dizi seyrediyor diye dalga mı geçiyordunuz ? Buyrun burdan !

Lisede hazırlığa başladığım sene yayınlanmaya başlayan ''Desperate Housewives'' ben üniversiteden mezun olurken ekranlara veda etmeye hazırlanıyor. Ergenliğimi bu 4 kadına borçluyum desem ? 7 sezon boyunca gram ilgi kaybetmeden izlediğim dizi 25 Eylül'de son kez ABC'de elmalarla karşımıza çıkacak. IMDb'de tam tarihi yazmasa da Wikipedia'ya göre 25 Eylül'de başlayacak bir diğer dizi de ''The Good Wife''. Gizem, entrika, suçlar, çözülmeyi bekleyen davalar ve yeni posterde adeta ''good girl gone bad'' diyreketen merak katsayımı zirve yapan Julianna Margulies ''umutsuz ev kadınlarına'' örnek olsun. İki diziyi salı akşamlarına rezerve ederek ''Who Run The World ?- Girls'' gecesini oluştururum.

CWTV yapımı olan baş rolünde THE OC'nin dünya şekeri it girl'ü Rachel Bilson'un olduğu ''Hart of Dixie'' de 26 Eylül pazartesi akşamı yayınlanacak. Dizinin yapım aşamasında adı geçen isim ise THE OC'nin de yaratıcılarından Josh Schwartz. Konu ve içerik göz önüne alınmaksızın Rachel hatrına ilk bölüm izlenir. Geçtiğimiz sezonlar kadar ses getimeden  beşinci kez geri dönmeye hazırlanan ve ufaktan baymaya başlayan ''Gossip Girl'' de aynı gün yayınlanmaya başlayacak. Rachel Bilson ve Leighton Meester savaşı başlasın ! Çarşamba teması belli oldu. ''The Secret Life of American Teenagers''.

Amerika'da salı akşamları yayınlanan Fox yapımı ''Glee'' ise artık gittikçe baymaya başlasa da, tüm zamanların en berbat sezon finaliyle ekranlara ara verse de hala en bilindik müzikallere yer vermemiş olsa da sanırım son bir şansı hak ediyor. Yeni sezon ise 20 Eylül'de başlayacak. 3. sezona başlamadan önce geçtiğimiz sezonun özeti niteliğinde yazdığım yazı için tık. (Postta 2. sezondan Top 10umu yazmıştım). Zaten 2012 başlarında yayınlanmaya başlayacak olsan ''Smash'' nedeniyle kendine çeki düzen verdi verdi, veremedi, gidene eyvallah !

21 Eylül'de double episode'la dönecek olan 2. sezonu 1e göre daha az komedi olan ''Modern Family'' umarım eski temposuna kavuşur. Kavuşmasa da kimin umrunda. ''Jaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaay'' diye çığıran muhteşem Sofia Vergara, bence erkeklerin içinde en komik olan Luke Dunphy ve küçük Mila Kunis; Hayley zaten beni yine dizi karşısında yerime çakar. 22 Eylül'de 4. sezona başlayacak olan ''Parks and Recreations'' nedeniyle de cumaları ''20 is the New 40'' gecesi. ''Parks and Recreations''ı ise bu sezon ilk kez izlemeye başlayacağım. Aslında 40dk olsa çekemezdim yeni bir dizi daha.

Starz'ın fantastik ve tarihsel yönü zayıf, bol explict contentli Eva Green sayesinde en azından bir az daha fazla ses getirmeyi başarabilen dizisi ''Camelot''un iptal edilmesinin yanında ayrietten bir diğer ABC komedisi olan ''Cougar Town'' da henüz kendine 3. sezon şansı bulamadı. Ancak bu bulamayacağı anlamına da gelmiyor. Courtney Cox dizisi -umuyorum ki- sadece ara vermiş olsun. Bu arada ''Pretty Little Liars'' da geçtiğimiz haftalarda sezon arası yapmış olsa da ekimde yine dönüyor. ''Hot In Cleveland'' ise henüz belli olmasa da ikinci sezonla yazı devirenler arasında. ''The Killing'' ve ''Game of Thrones''un yeni sezonları için de baharı beklemek farz oldu. Dizileri torrentlerden değil de Cnbc-e'den takip edenler ise; ''Game of Thrones''u muhakkak kaçırmayın. Ben ''The Vampire Diaries'' ve ''Fring''e devam etmeye çalışırken siz de eğer ''The Killing''i izlemek isterseniz şuraya göz atın. Tık. 

Gelelim adaya. 3. sezon hakkında pek bir bilgimiz olmayan ''Misfits'' en azından sonbaharda geri dönecek. Sadece parlak oyuncu kadrosuyla değil, sanatsal yönleri ve içeriğiyle de döz dolduran sezon finalini I. Dünya Savaşı ile yapan ''Downton Abbey'' de 18 Eylül'de geri dönenlerden. Bakalım savaş Crawley'leri nasıl etkileyecek ? En önemlisi de Lady Sybil Crawley'nin yeni sezondaki aşk hayatı tabi ki :) Bunu seven bunu da sever kontenjanından D.A. yaratıcılarından bir remake de sonbahar ya da kış aylarında yine adadan yayınlanmaya başlayacak olan ''Titanic''. Not etmekte fayda var.

Şimdiye kadar 8 dizim var. Neyseki bunların bazıları 20 dklık bazıları da 12 bölümlük gibi kısa süreli olduklarından çok fazla dizi izliyorum diye stres yapmama gerek yok sanırım. Ancak bunlardan arta kalan zamanda, ki aslında okuldu, orada burada takılmaktı ders yapmaktı diyerekten diziler için uykumdan feragat etsem de zaman arta kalmamış olup ben yaratmak zorunda kalıyorum kısacası. (Cümle garip oldu ama u got it). Her neyse NBC'de çok güzel diziler de başlamak üzere. Gerçi bu dizilerin hiçbirinin de içeriklerini kontrol etmedim henüz. Nasıl olsa benden önce biri izler ve yorumları alırım.

Ekim ayında başlayacak bir diğer HBO dizi de ''Enlightened''ı da not etmekte fayda var. Hala gözden kaçmış ve muhakkak şunları da seyret dediğiniz diziler varsa, çekinmeden söyleyebilirsiniz. Doyasıya dizi izleyebilmem için son senem çünkü.

11 Eylül 2011 Pazar

IFW 2012 // SPRING -SUMMER

Geçtiğimiz dört gün boyunca Tepebaşı'nda kurulan çadırda gerçekleştirilen Istanbul Fashion Week'ten yerinden olmayan izlenimlerim.

1 // ERKEK MODASI ROCKS
Sadece internetten takip etmiş olmam nedeniyle pek de ağzımı açmak istemiyorum, ancak diğer yandan da diğer moda haftalarında sergilenen kolleksiyonlar hakkında rahat rahat yorum yapabiliyorsam aynısını Istanbul için de yapmayı isterim. İlla bir karşılaştırma yapmam gerekiyorsa eğer Paris'te high fashion parçalar sergileniyorsa Istanbul'dakiler onların birer ucuz taklidi kıvamında. Sitelerden fotoğraflarına bile bakarken sıkıldım. Ancak gelin görün ki iş erkek modasına gelince olay biraz daha eğlenceli hale geliyor sanki. Adamakıllı bir konsept deyince akla ilk gelen isimlerden Niyazi Erdoğan. ''Pixel''lerle hayran kaldığım, kıyafetleri biraz erkekleri çirkin göstermeye yönelik olsa da konsept bakımından ''Dolmuş''la bir kez daha sivrilen Erdoğan bu sefer de ''Sünnet''e davet etti bizleri. Kolleksiyonda ise bir öncekine ek olarak (slip) mayolar da mevcut. Bu sezon her zamankinden daha iyi, her zamankinden daha eğlenceli ve renkli.Yine aklımda olan şey: Güzel güzel para kazanmaya başlasam da Erdoğan'ın kapısını çalsam.

Bu dönem ilk kez Karma defileyle karşımıza çıkan Şafak Tokur da daha önceleri Hatice Gökçe sonrasında ise Erdoğan'ın kaptığı ''marjinal tasarımcı'' ünvanını layıkıyla hak ediyor gibi.  Onun üretmiş oldukları sadece birer kıyafet değil aynı zamanda tasarım harikası da. Üstelik sunum şekli de bir hayli ilgi çekici. 
Kargaların ardından ortadan kaybolan Hatice Gökçe de en son hatırladığım aviator modellerini, biyonikleştirmiş. Welcome to Uzay Çağı. Beyaz, saf ve minimal.
Uzun bir süredir ''İki Ters Bir Düz'' adlı markasıyla konuşulan İpek Arnas da bu sezon IFW programında kendine yer bulanlardandı. Kravat hastası biri olaraktan el örgüsü balık şeklindeki kravatvarimsi şeye bayıldım. Tabi model gibi çıplakken mi taşımalı yoksa ona uygun bir gömlek ya da t-shirtle mi uydurmalı düşüncesi de dört bir yanımı sarmadı değil. Örgünün en cool hali bu olsa gerek.
2 // THE WHITE SWAN
Erkek ya da kadın fark etmez. Gelecek bahar / yaz için desenler, çiçekler ve renkler yerine kullanılan en gözde şey ACE Beyazıydı.  Gazme Saraçoğlu, Hatice Gökçe, Özgür Masur ve Studio Kaprol bu trendin en büyük uyguluyucularındandı. Renk beyaz olunca ise minamllik ve sadelik sadece renkten kaynaklanmıyor.
Michael Kors, Calvin Klein, sıkıcı beyazlığı, yorgunluktan uzaklaşma ve 90lara sığınma bahanesi de bir yere kadar artık.
3 // Didem Soydan
Kiminin oyu Özge Ulusoy'a kimininki Didem Soydan'a. Top Model dediğin magazin basınında sıkça anılır diyorsanız Özge'ye artı puan. Ancak gotik duruşu, enfes stili ve sapsarı saçlarıyla Soydan favorimdir benim.
Sahi kendisini ne zaman şöyle mainstream dergilerin kapaklarında görmeye başlayacağız. İkinci sınıf Hollywood yıldızlarının re-print kapaklarını görmektense Didem Soydan şöyle ışıldasa onlardan birinde. 
Tabi bu arada ''all time favourite''im Selma Ergeç.
  4 // Tuba Ünsal
Sanırım 4 gün boyunca her hangi bir model ya da defileden daha fazla Tuba Ünsal konuşuldu. Baştan aşağıya Louis Vuitton'un F/ W 2011'e bürünen Ünsal herkesten şıktı. Göze batıcaz diye şekilden şekile giren bloggerlar / ya da tanıdık kontenjanından orda bulunan gençlere de kapak olur. Aslına bakarsanız böyle organizasyonlar için süper olan outfit bizim fashion week için de biraz abartılı. Ama Tuba Ünsal ders vermiş gibi.
5 // CENGİZ ABAZOĞLU
Hangi kriterlere göre modacılar bu haftaya kabul ediliyor bilmiyorum ama uzun zamandır aklımın köşesinde olan soru bu organizasyona Abazoğlu'nun neden katılmadığıydı. Kendi markasıyla olmasa da Adil Işık için yapmış olduğu tasarımlarla katılan Cengiz Abazoğlu da her halde ''sonunda ben de buradayım'' demiştir sanırım. Bu arada unutmadan, belki bilmeyen kalmamıştır ama daha önce Pretty Little Liars'ın yıldızı Lucy Hale bir ödül törenine tasarımcının elbisesiyle katılıp beğeni kazanmıştı. Bu arada bence daha fazla tasarımcı + marka iş birliğini görmeliyiz.
6 // MEKAN
Bu sefer tüm tasarımcılar penguen sürüsü gibi aynı yerde değillerdi. Üstelik bu seferki organizasyonun mekanı da oldukça cooldu. Tıpkı nyfw gibi bir çadırda düzenlendi. Bunun yanı sıra Simay Bülbül kendi ofisinde, Gül Ağış (Lug Von Siga) Galatsaray Hamamı'nda, Özlem Süer, Hollanda Başkonsolosluğu'nda, Mehtap Elaidi de Spoil'de defilelerini yapmayı tercih etmişlerdi. 
Mekan demişken başta vogue olmak üzere hiçbir dergi neden party vermedi ?
7 // ONLINE
Kaç dönemdir tartışılan sadece tasarımcılarının çoğunun özgün olmaması değil yapılan organizasyonun da ne kadar yavan olduğu konusuydu. Bu yavanlık hala kısmi olarak devam etse, New York Moda Haftasıyla aynı tarihe denk getirilerek Istanbul'dakilerin sadece evcilik oynadığı var sayımında bulunabiliriz. Ancak öte yandan IFW'nin daha düzgün bir web siteyle çalışmaya başlaması, sosyal medyada ve özellikle de instagram'da aktif bir şekilde bulunması da bu sezonun artı değerlerindendi.
görseller, markafoni blog
niyazi erdoğan görselleri ise tasarımcının facebook sayfasından.

6 Eylül 2011 Salı

BU SONBAHAR !

Bu sonbahar, insanın depresif takılmasına hiç gerek yok. Zaten istese de takılamaz, çünkü neredeyse her güne yeni bir atraksiyon mevcut. Cumalar muhteşem vizyon filmleriyle banko olarak kapılmış olsa da yeni albümler, konser haberleri derken heyecanı dorukta yaşamamak için hiçbir sebep yok.

MÜZİK
Sadece birkaç şarkıyla bir anda Amerikan'nın gündemine yerleşen Lady Antebellum, yeniden yepyeni albümleriyle karşımızdalar. Dinlemek için sabırsızlanıyorum. Müziğin iki dev ismi diyerek abartmış olmayacağım Kanye West ve Jay Z de beraber kaydettikleri ''Watch The Throne''u geçtiğimiz günlerde yayınladılar.

Son albümü ''All I Ever Wanted'' ses getirse de ikinci albümü ''Breakaway'' kadar konuşulmayan ve Sibel Can'ın yeni albüm çıkartmadan önceki kilosuna ulaşabilen Kelly Clarkson da bu sene geri dönen isimlerden ! Sonucu merakla bekleyenlerdenim. Daha önceki postlarımda sonbaharda yeni albümlerini yayınlayacaklarını duyurduğum Florence and The Welch ile Charlotte Gainsbourg'u da bu listeye ekleyebilirim.''Viva La Vida''... üzerine 3 sene geçiren Coldplay de ekim ayında yeni çocuklarını görücüye çıkartmaya hazırlananlardan. Aynı sıkıcı beatleri ünlü şarkıcılarla birleştirmesine rağmen yine de kendini dinleten David Guetta yine bu sonbahar dönüş gerçekleştirecek olanlardan. Hemen ilk albümü ''Spirit'' sonrası Whitney ve Mariah gibi R&B müziğinin ağır toplarıyla karşılaştırılan ve kısa sürede yeni diva olarak adlandırılan Leona Lewis de ''Glassheart'' adlı albümünü Kasım gibi piyasaya sürecek. Eski popülaritesini yitiren Evanescence'ın yanısıra ''The September Issue''dan hafızalara kaydedilen ''Destroy Everything You Touch''ı söyleyen LadyTron da ''Gravity The Seducer''ı şu günlerde yayınlamak üzere.

KONSER
Yayınlanacak albümlerle iştahınız pek kabarmadıysa sonbaharda Istanbul'a gelecek isimler belki de sizleri heyecanlandırabilir.Milow, The Maccabees, Wild Beasts, The Do, Hercules and Love Affairs ve Zaz şu anda ajandada kendine yer bulanlardan.

SİNEMA
Tüm filmler bir yana, aslında en fazla eylül'ün son haftasını iple çekiyorum. FilmEkimi programı açıklanacak ve sonrasında Ekim gelecek. Heyecan sizde de tavan değil mi ? Ancak vizyon takip edenlerdenseniz de hafta da en az 3 kere sinema salonlarında yatıp kalkacağınız fikrini şimdiden kendinize empoze edin. Kate Hudson ile Gael Garcia Bernal'ın ''A Little Bit Heaven''ı bu haftasonı vizyona girecek. Alman yapımı ''Goethe'' de yine farklı birşeyler sunabilir bize.

Takvim 23 Eylül'ü gösterdiğinde ise işte orada durun. Mila Kunis ve Justin Timberlake'i bir arada izleyebileceğimiz ''Friends and Benefits'' ki itiraf etmem gerekirse aslında ağırlıklı olarak filmin sonunda ortaya atılacak mesajı bekliyorum. Sarah Jessica Parker ve Pierce Brosnan'nın ''I Don't Know How She Does It''ı ve Cannes'da yüzümüzü güldüren ''Bir Zamanlar Anadolu'' aynı anda vizyon şansı bulanlardan. Aslında 30 Eylül haftası da pek geri kalmaz bu yarıştan. Fragmanına bile aşık olduğumuz Carla Bruni ve Woody Allen filmi ''Midnight In Paris'', küçüklüğümde bir türlü izleyemediğim için içimde ukte kalan ''Lion King''in 3D ile remade-i ve Daniel Craig, Rachel Wiesz ve Naomi Watts'ın bir araya geldiği ''Dream House''.

Julianne Moore, Ryan Gosling ve Emma Stone'un bir araya geldiği ''Crazy, Stupid, Love''da yine en az Friends With Benefits kadar merak ettiklerimden. Sanırım bu sonbahar yeniliklerden vakit kalmayacağı için değil, bol bol romantik-komedi bizleri beklediği için depresyondan uzağız. Anne Hathaway filmi ''One Day'' de yine ekimde vizyonda. Her ne kadar afişi ''Away we Go'' ve ''Once''a benzese de abla kontenjanından seyrediceğimiz iğrenç saç rengine sahip olan Hathaway faktörü göz ardı edilemez. Ve evet umarım tarihi değişmez dediğim 2 senedir merakla beklediğim, içeriği ne kadar kötü olursa olsun, hemen hemen bütün sevdiğim oyuncuları bir araya getirdiği için koşa koşa ilk seanstan izleyeceğim film olan ''Contagion''.

Aslında daha saymakla bitmez ammavelakin, ''La Piel Que Habito'', ''My Week With Marilyn'', ''A Dangerous Method'', ''Drive'', ''Carnage'', ''MoneyBall'', ''The Ides of March'', ''The Girl With The Dragon Tattoo'' ve ''Tin Tin'' de maratonda yarışacaklardan. ''The Iron Lady''- ki bunu 2012de ancak izleyebiliriz diye umuruyorum.

DİZİLER
''Game of Thrones'' gelecek bahara kadar oynamayacak olsa da Eva Green nedeniyle takibe aldığımız ''Camelot'''u izleyemeyecek olsak bile, devam eden diziler ve bunlara eklenen yeniler sayesinde sosyal hayattan kısa süreli olsa da kopabilirsiniz. Ynei dönemde başlayacak hangi diziler ilgi çekici ve devam eden dizilerden haberler temalı yeni yazım ise bir sonraki post konusu.

KİTAP
Aslında çoğu zaman son çıkan / çıkacak kitaplar hakkında pek de haberdar olamıyorum. Edebiyat okuyan biri için de hoş bir ironi oldu gerçekten. Neyse Orhan Pamuk'un Harvard Üniversitesi'nde yaptığı konuşmalardan derlediği ''Saf ve Düşünceli Romancı'' birkaç gün içinde yayınlanacak romanlardan ilki. Merakla beklediğim başka türlü yayınlar da var elbette. Mesela Carine Roitfelt'in ''Irreverent''ı ve de Grace Coddington'un biyografisi. Gerçi ikincisi için daha fazla beklememiz gerekecek olsa da zaten Roitfelt'inkine hemen ulaşabilir miyiz orası da meçhul.

SANAT
Ana ilham kaynağını Küba kökenli Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez Torres'den alan 12. Istanbul Bienali ''Untitled'' başlığına sahip. 17 Eylül'de başlayacak olan Bienal ve Torres hakkında oldukça etkileyici bir yazı da Vogue'un eylül sayısında mevcut.


14-18 Eylül tarihleri arasında ise Lütfü Kırdar'da Art-Bear Istanbul gerçekleşecek. Göz atmakta fayda var.

Son olarak Sam Mendes'in sahnelediği ve Kevin Spacey'nin oynadığı III. Richard da 4 gösterimle Muhsin Ertuğrul'da sahnelecek.

MODA
Moda Haftaları bir yana, herkesin en fazla merak ettiği şey 2012 yaz trendleri değil Dior'un başına kimin oturacağı ! Marc Jacobs mı ? Phoebe Philo nereye gidecek ? Ve elbette Martta yayınlanması plananan GQ. Tabi bunu da baharın top listine ekleriz.


Bu arada bir kaç blogta ''mim''li yazılar çıkmış, beni en akıcı yazan blogger olarak seçmişler. Bu yazıdan sonra da hala aynı şeyi düşünüyorlar mı diye merak ediyorum. 

Şimdilik bu kadar
Kisses Inez 

4 Eylül 2011 Pazar

THE IT BAGS - ODE ON A ITALIAN BAG

Çantalar: Kimine göre tutku, kimine göre saat kadar önemli ve bütünden ayrılamaz bir aksesuar, kimine göre gereksiz ve de fazlalık. Siz hala 90larda yaşayıp cüzdanınızı arka cebinizde, telefonunuzu kemerinizde, bozuk paralarınızı bir cebinizde, anahtarlığınızı ötekinde, ufak bir not defteri ile kitabınızı da elinizde taşıyorsanız gerçi sorun yok ? Ya da çanta erkek adamı bozar diyorsanız Mahmutpaşa'dan aldığınız pembe gömleği de çöpe atıverin o halde.

Üstelik moda bu konuda faşist de davranmıyor. Yine her zaman olduğu gibi renkten ve çeşitten bol ne var dercesine kolleksiyonların göbeğine çantaları yerleştirmişler. Aşağıdakiler pahalı da olabilir, zevkinize hitap da etmeyebilir. Zevk demişken ben çanta kullanımında ısrarcıyım, ancak eğer tasarım eseri bunları beğenmiyorsanız yılların eskitemediği Jansport veya Eastpak'lerden bile birer tane edinebilirsiniz derim.

Ufak bir dipnot daha. Marka bu yazıyı okur mu bilemeyeceğim ama Koton'un çantaları sanırım biraz dandik. Kullanmaya başladıktan bir ay sonra, üstelik her gün kullanmama rağmen, dikişleri patlayıp, içindeki astarı yırtıldı, Koton'un çantalarıyla problemi olan üstelik tek de ben değilim. Hazır giyim markalarından çanta almak istiyorsanız eğer, klasik Fred Perry ve Adidas modellerin yanı sıra Top Man'e harika deriler için DeSa'ya ya da hatta Atlas Pasajı'na bile bakabilirsiniz. 

DIOR HOMME // PAUL SMITH
Klasik sırt çantalarının yeniden yorumlanmış şekli F/W 2011 defilelerinde karşımıza çıktı. Daha sofistike bir şekilde yorumlayan Dior'un aksine, çöp torbasının daha modern ve deneysel hali Paul Smith'te karşımıza çıktı.
LOUIS VUITTON // GUCCI
Yılan ya da timsah derileri kadar über-lüks materyallerden yapılmasa da bu el çantalarının ya da clutchların daha ''halktan'' şekli 80lerin Türk Şöförlerini de baz alan Niyazi Erdoğan kolleksiyonunda da karşımıza çıkmıştı. Aslında boyutları bu kadar küçük olmayan el çantalarını yıllardır çeşitli bürolarda çalışan 50+ yaşlarındaki beyler de kullanır. Ancak LV ve Gucci tüm bunlara farklı bir yorum getirerek Elie Saab giyip elinde Chanel clutch taşıyan kadınların tam eşini yaratmak istemiş. 60ları yeniden yorumlayan Gucci ile jilet gibi  Louis Vuitton takımlarınızı bundan böyle bu clutchlarla da tamamlayabilirsiniz. Sanırım ceketlerin / blazerların iç cepleri tarih olmak üzere. 
HERMES // GUCCI
Hermes ''erkeklerin neden Birkin Bagleri yok?'' diye düşünmüş olup evini yanında taşımayı seven beylere sürpriz yapmak istemiş olabilir. Aşağıdaki ikiliden benim oyum Hermes'e. Gucci ise çantayı daha bavulvari yapmış. Bir günlük uzak iş seyahati için bile aslında ideal.
GANT by MICHAEL BASTIAN // TRUSSARDI //  JOHN VARVATOS
Çanta deyince asla vaz geçemeyeceğim model. ''Postacı''. Ki bence her erkeğin gardrobunda bir beyaz t-shirt ya da siyah takım elbise kadar bulunması şart olan parçalardan. Materyaliyle Trussardi kalbimi çalarken, Gant ise modeliyle lütfen beni al diye bağırmakta. Bir jean bir deri ceketle kombinleyebileceğiniz J Varvatos ise biraz asi olmak isteyeceğim zamanlarda elimin altında bulunmasnı isteyeceğim cinsten.
ETRO // GUCCI
Birkin for male kadar sofistike değil, omuzunda çanta taşımaktan zevk almayanlara, daha spor, daha pratik ve elde taşımak için tote bag'ler.
LOUIS VUITTON // JOHN VARVATOS // GUCCI
Bond çantaların günümüze kadar gerçekleştirdiği evrim bu olsa gerek. Rengine hayran kaldığım Gucci (sondan ikinci) yine sahip olmak isteyebileceğim cinsten.
Yeni sezon başlamışken, son kez okula geri dönmeye hazırlanırken bunlardan bir kaçı benim olsa hayat da bayram olmaz mıydı ? 

Kim bilir Keats belki de 21.YYda yaşasaydı ''ode on a Italian Bag'' diye bir şiir yazardı.