30 Mayıs 2011 Pazartesi

MAYIS AYINDA NE DİNLEDİM ?

Kesat geçen ilk 3 ayın ardından canlanmaya başlayan müzik piyasası Mayıs'ın gelmesiyle iyiden iyiye coştu. Ayın hemen hemen 3 haftası Eurovision şarkılarını dinlemekle geçse de iki süperstarın albümünün yayınlaması da kulakların bayram etmesine sebep oldu. Hala Britney Spears ''Femme Fatale''den sıkılmamışken Jennifer Lopez'in ve Lady GaGa'nın albümlerinin yayınlanması üstüne bir de Sophie Ellis-Bextor albümünün sonunda sızmış olması bir külahta çikolata, kaymak, karamelin bulunduğu zaman verdiği hazzın aynısını sunmayı başardı. Glee'de sezon finalinin olması sebebiyle hakkında post yapmak için eski bölümlere yeniden göz atmamla beraber bizim çocukların söylediği şarkıları sürekli dinlemem de yine ay boyunca ''boş yok'' havası verdi. Kısacası müziksiz bir an geçti desem yalan olur.

Sadece bu albümler değil, ilerki aylarda gerçekleşecek konser haberleri de en azından benim kalbimin pır pır çarpmasına ön ayak oldu. Istanbul Caz Festivali kapsamında Patrick Wolf' ve Joss Stone'un şehre gelecek olması mesela bunun en büyük örneklerinden. Facebookta açılan Akbank Caz Festivali kapsamında gerçekleşecek olan Zaz konseri eventi ise sanırım sadece bizleri boşa heyecanlandırmak için yapıldı.

Düşündüm de aslında müzik bizi ay boyunca çok mutlu etti. Freshtival öncesi gelen taze bir haberle de festivallerden +24 yasağının kalktığını duyduk.

Gelelim Haziran'da yayınlanacak yepyeni albümlere .... Az ama sağlam ...
Patrick Wolf // Lupercalia
Beyonce // 4


that was all for today !


ps. lady gaga ve sophie ellis albüm yazıları ay içerisinde blogda olacak.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

ISTANCOOL - THE FESTIVAL: YERİNDEN İZLENİMLERİM

Geçtiğimiz sene sıcak havaları bahane ettiğim ve Hanif Kureishi ile Philip Theracy'i kaçırdığıma üzüldüğüm ben, bu sene de neredeyse yolu bahane ederek katılmamayı planlıyodum. (Sanırım geçtiğimiz sene organizasyonun davet / party kısmı daha fazla konuşulmuştu, ne de olsa katılımcılar arasında Franca Sozzani, Leigh Lezark ve Waris Ahluwalia gibi isimler mevcuttu.) Ancak olay şu ki 2011 organizasyonu en azından katılımcılar göz önünde bulundurulucak olunursa çok daha havalıydı. Sonuçta ne Kirsten Dunst ne de Tilda Swinton her Vakko Kültür / Moda Merkezine gittiğinizde görebleceğiniz isimler değil. Zaten kim allahın dağındaki bir merkeze de gitmek isterse artık ?

Anyways, oldukça meşakatli geçen ''nasıl gidilir?'' aşamasını geçebildikten sonra kolay sayılabilecek şekilde saat 13.00 civarı kendimizi Vakko'nun muhteşem binasında bulduk. Almış olduğu ''Design Award''ı sonuna kadar hak etmiş olduğu aşikar olsa da böyle bir yoğun ilgiye sahip organizasyonun oldukça küçük bir oditoryumda yapılmış olması da hayret verici. İlk bilmem kaç sıranın basına ayrıldığını da hatırlatarak geriye az yer kaldığını da belirtmeliyim. Yine de şanslı azınlıktan olup yer kapabildiğimiz için sanırım mutluydum. Bir diğer olumsuz yorumum da salonun fazla soğuk olması üzerine. Alttan soğutulan salon beni pek etkilemese de başta açık ayakkabılara gelen arkadaşımı ve diğer kadınları dondurmuş olsa gerek.

Alin Taşçıyan sunuculuğunda geçen birinci günün ilk iki konuğu ise Terry Gilliam ve Alphan Eşeli oldu. ''The Imaginarium of Doctor Parnassus'', ''The Grimm Brothers'', ''12 Monkeys'' ve ''Brazil'' gibi filmlerin yönetmeni / yazarı olan Gilliam tam da festivalin adına yakışır şekilde cool haliyle karşımıza çıktı. Ayağında sandaletleri ile bir saat boyunca esprili biçimde hem filmlerini çekerken karşılaştığı zorluklardan hem de filmlerinde oynattığı (ancak pek de istemediği) Sean Connary ve Tom Cruise'u da çekiştirdi. ''Doctor Parnasus''u çekerken Heath Ledger'ın ölümünün nasıl ekibi etkilediğini ve Johnny Depp'in falan da nasıl son dakikada filme dahil olup hikayeyi kurtardığını anlattı. ''Brazil'' filmini nasıl vizyona soktuğunu ''Fisher King'' filmindeki dans sahnesinin bir gece gibi çok kısa sürede çektiğinden ve onun zorlu sahneleir kısa sürede bitirirken Barbara Streisand'ın bir yürüme sahnesin bile bir haftada çektiğinden bahsederken tahmin ettiğiniz gibi salon yine koptu.

İkinci oturum ise beklenen anlar volume 1: Kirsten Dunst, Nurgul Yeşilçay, Venedik Film Festivali direktörü Marco Müller ve oturumun moderatörlüğünü üstlenen isim Atilla Dorsay. İnternet çağı, torrentler, online film siteleri derken Müller'in değindiği konu ''Film Marketing'' oldu. Aynı soru Yeşilçay'a sorulduğunda ''Müller beyin dediklerine canı gönülden katılıyorum'' demekle yetindi. O soruyu bırakın, kendine özel olarak sorulan, kariyeriyle alakalı daha şahsi sorulara bile cevap vermekte zorlanan Yeşilçay, ya sahneye çıkmadan önce yeşilçayın dozunu fazla kaçırıp rehavete kapılmıştı, ya alkolun etkisinden dili tutulmuştu, ya da organizatörlerle alakalı bir sıkıntısı vardı. Belki de adı poster üstünde adı yazılmadığından içerlemişti. Ancak bu içerleme kendisini rezil etti diyebilirim. Ve sıkı durun günün bombası yine Yeşilçay'dan geldi.  ''Ben de Cannes Film Festivali'nde favoriydim, ama ödülü alamadım. Bomba yanıt ise Kirsten Dunst'tan gelir. ''Yanımda getirdim, istersen gösterebilirim''. O anda bütün salon bir yana benim attığım kahkahalar bile hala kulaklarımda çınlamakta. Kirsten Dunst ise aldığı ticari risklerden bahsederken ''iMDB''ye bakabilirsiniz'' diyerekten o şeker görüntüsüyle bir espri daha patlattı. Dorsay gazetelerde çıkan Dunst'ın dansözlü sahnelerini sorarken izleyicilerden gelen bir kaç sorudan ikisi de oldukça ilginçti. Program sonrası fotoğraf çektirip çektiremeyeceğini soran genç bizleri bile utandırırken bir diğeri ''Eternal Sunshine of the Spotless Mind''da Dunst'ın yatak üstünde neden t-shirtle zıpladığını ve üstsüz yapmadığını ima ederken Dunst'ın ilk Almodovar filminde göğüslerini göstereceği dedikodusunun gerçek olup olmadığını sordu. Merak edenlere evet Dunst böyle demiş, ama Trier'in filminde göstermiş sanırım. Aynı zamanda Trier'in yaptığı açıklamalar üzerine yorum yapmaktan zaman zaman kaçınsa da durumdan rahatsız olduğunu ve Trier'in özür dilemesini sağladığını da ima etti. Müller ve Dunst'a ortak yöneltilen bir diğer sorunun ilginç olmasının nedeni ise Trier ve Polanksi farkının / benzerliğinin vurgulanması oldu !

Konunun belki Türk Edebiyatı / Tiyatrosu olması nedeniyle, belki aynı anda Haider Ackermann'ın wokshopunun olması sebebiyle belki de insanlar Dunst sonrası Swinton öncesi dinlenebilmek için Murat Daltaban ve Hakan Günday konuşması daha sakin geçti. İkilinin sanki bir arada Beyoğlu'nda bir barda lakırdamalarıı ve stand-up vari söyleşilerinden aslında kenara not edilecek çok da şey çıktı. Pişmanlıklar, tiyatronun ticarileşmesi derken oturum aslında daha fazla-soru cevap üzerinde yoğunlaştı.

Ve günün en cool ötesi anı. Şıpıdık terlikleri, lacivert pantalonu ve beyaz şirin t-shirtü ile ince, uzun, androjen Tilda Swinton ile tezat bir görüntüyle Serra Yılmaz sahnedeydiler. Tilda'nın karşısında Serra'yı oturtmak kimin fikriydi bilemeyeceğim ama onun karşısına seçilebilecek en doğru isimdi belki de, en azından Nurgül'den iyi. Sanırım ikilinin konuşmasını ağzımın suları akarak dinlediğimden ve daha fazla Swinton'u izlediğimden pek de ne konuştuklarına konsantre olamadım ama Swinton'un şu cümlesi belki de onun konumunda olan herkesin hayat hikayesini özetler nitelikte ''I have a more playful life than I had when I was 10'' gibilerinden bişiler. Serra Yılmaz'ın ''risk nedir?'' sorusuna verdiği cevap ise yine salonu kahkahalara boğdu. ''Kendimi yeşile boyayıp Hulk'ı oynamak olurdu''. Swinton'un bir daha asla İngilizce aksanıyla İtalyanca konuşamayacağını da öğrendikten sonra sevgili arkadaşım tarafından sorulan ve karşı taraf tarafından nasıl anlaşıldığı anlaşılmayan ''minimalistic / animalistic movies'' ikilemi de yine akıllara kazınan başka bir andı sanırım.

görseller via, istancool.com.tr / ilk photo google images

26 Mayıs 2011 Perşembe

GLEE TOP SONGS OF SEASON 2

Henüz Glee'nin tüm bölümlerini izlemeyenler için spoiler vermiş olabilirim.
Mayıs biterken sıra sıra Amerikan dizileri de finallerini yapmaya başladı. Bu listeye eklenen bir diğer yapım ise ''Glee''. Birinci sezona nazaran çok daha eğlenceli ve enerjik geçen sezonun en iyi yanı ise yardımcı öğretmen rolünde sık sık karşımıza çıkan Gwyneth Paltrow'du. Yapımcıların bir diğer sürprizi ise sezonun ikinci bölümü için Britney Spears ile yapılan ortak çalışmaydı. Sürekli Javier Bardem ve Anne Hathaway'in de konuk oyuncu olarak diziye katılabileceği söylentisi ortalıklarda dolaşdıysa da henüz bunlar gerçekleşmedi.

Gelelim sezon boyunca 100e yakın söylenen şarkıdan sizler için seçtiğim top 10 hits of Glee.

Empire States of Mind
2009-2010 yılına damgasını vuran Jay Z ve Alicia Keys ortaklığı aslında sezon finaline sanki daha fazla yakışırdı. Performans ise seçmeler için gruba yeni üye aramak amacıyla lisenin bahçesinde yapılmıştı.
Toxic
Sezonun ikinci bölümü olan ''Britney / Brittany''de şarkıcının az sahnede görünmesi hayal kırıklılığına uğramamıza neden olsa da beraber büyüdüğümüz şarkıların Glee tarafından seslendirilmesi ayrı bir duygu seline sebep olmuştu. Glee için yeniden düzenlenen ''Toxic'' ise orijinal versiyonunu aratmayacak kadar başarılı olmuştu.
I Look To You
Ne Rachel Berry ne Finn Hudson. Glee'de en fazla sevdiğim bi' karakter varsa o da Mercedes. (Ardından Santana). Whitney Houston ve diva karakterini en iyi şekilde taşıyan ve bu havaya sahip tek isim olan Mercedes'in yanındaki isimler ise Quinn ve Tina. Ne denir tencere yuvarlanmış ve kapağını bulmuş. When Mercedes meets Whitney.


Tik Tok
Hikaye lisede geçiyorsa öğrencileri seks, uyuşturucu ve alkol konularında bilgilendirmeden bir şeyler yapmanız neredeyse imkansız. ''Bir şişe içkiyle dişlerini fırçaladığını ve akşamdan kalma olduğunu dile getiren bir şarkıdan da ne kadar ahlak bekçisi olur'' demeyin. Teenage pop star Kesha'nın (Ke dollar sign Ha. Ki bu da lise müdürünün yaptığı yaran esprilerdendi) şarkısının dizide yer alması ve kendisine çok benzettiğim Britanny tarafından seslendirilmesi de ''yeme de yanında yat'' dedirttiriyo adama resmen. Aynı zamanda iki sezon boyunca her halde ''New Directons''ın gerçekleştirmiş olduğu en eğlenceli performanların başında geliyor.

Do You Wanna Touch Me ?
Holly Holliday adı aldtında Gwyneth'in Glee'ye geldiğini yazmıştım. Konu bu sefer çocuklara sex eğitimi vermek. Ancak hocanız ateşli olursa ok yaydan çıkabilir ! Deriler için salınan bir Gwyneth. Fazla fetiş.
Loser Like Me
Sezon boyunca dizi için yazılmış şarkılar da seslendirildi. Rachel'ın saç bandı için yazdığı şarkı, final bölümünde Brittany'nin söylediği ''My Cup''ı pek de başarılı olarak değerlendiremeyiz belki ama, yola ezik olarak başlayıp tüm bu süreçte başlarına gelenleri özetledikleri şarkı aynı zamanda Sue Sylvester'a ithaf edilip ''regionals''da seslendirilmişti.


Turning Tables
Holly Holliday ciddi anlamda rocks. Yılın şu ana kadar ki en başarılı albümü olarak gördüğüm Adele ''21''den ''Turning Tables''ı en az onun kadar muhteşem söylemesi de bence Paltrow'a güç vermeli. Grammylerdeki canlı performansı, Glee'deki eğlenceli sahneleri, bence endüstri yeni bir kadın şarkıcı için hazır olabilir.

Dancing Queen
''Prom Queen'' bölümünde yapılan Kate Middleton esprisi bir yana böyle bir müzikal showda sonunda Abba söylenmiş olması bana ''ohh bee'' dedirttirmişti. Mikrofonun başındaki isimler ise Santana ve Mercedes. Sezon boyunca özellikle iki sezon boyunca Santana'nın geçirmiş olduğu metamorfoz bir yana Mercedes ile yaptığı düetler dizinin en mükemmel anlarıydı. Abba ve Whitney Houston da dahil düet için defalarca bir araya gelen ikili sanki müziğin divası ve Bronxtan çıkmış urban bir şarkıcının uyumunun vücut bulmuş hali gibiydi.

Back To Black
Sezonun en sıkıcı aynı zamanda en ağlak ve duygusal bölümü olan ''Funeral''de Amy Winehosue havasına sahip olan Santana bir kez daha mikrofon başında. Sue Sylvester'ın kardeşinin ölümü beni ağlatsa da diziye gereksiz yere melodram kattı. Belki ilerki sezonda Sue karakterinin gelişimi için gerekli olan da buydu.

I Love New York / New York, New York
Millenyumun en başarılı albümü olan ''Confessions on a DanceFloor''dan ''I Love New York'' sezon boyunca seslendirilen tek Madonna şarkısı oldu. (Don't Cry For Me Argentina sayılmazsa) Belli ki yapımcılar geçtiğimiz sezon yapılan Madonna Tribute bölümünde söylenen şarkıları fazlasıyla yeterli bulmuş. Mash Up yapılan parçaya destek ise ''On the Town'' adlı müzikalden geldi. New York temalı bir bölüm için sadece bu iki parçanın seçilip onların da mash-upa kurban gitmesi üzücü olsa da Glee'nin 5 yıldızlı şarkılarından bir diğeri olmuş. Sezon finali eski dönem Amerikan romantik-komedi filmlerine gönderme yaparken yine Kurt tarafından yapılan ''Breakfast @ Tiffany's'' esprisi sanırım iki sezon boyunca espiri anlamında dizinin en climactic anıydı.

Sezon boyunca aynı zamanda Rocky Horror Show ve Fleetwood Mac'e tribute yapılıp Justin Bieber, Rebecca Black gibi yeni yetmelere göz kırpılıp Lykke Ki, Florence Welch gibi cool isimlerin şarkıları söylenip son yılların en büyük pop hitlerine sahip olan Lady GaGa, Katy Perry ve Rihanna şarkılarına yer verildi. 

Çok fazla ''sezon boyunca'' tamlaması kullandığımın farkındayım.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

CHARLOTTE RAMPLING

Charlotte Rampling: Freud'un ''senseless repetition'' tezindeki ''62'' sayısı gibi sürekli karşıma çıkmaya başladıktan sonra kendisine blogumda yer vermek istedim. Bir Meryl Streep, Catherine Deneuve ve Sophia Loren havasına sahip olan Rampling zarif ve aynı zamanda ağırbaşlı halleriyle sanırım oynadığı her filmde odak noktası olmayı başarabiliyor.

İlk olarak karşıma festivalde izlediğim ''Rio Sex Comedy'' filminde çıkan Rampling sterotipik estetisyenlerin aksine sadece dış görünüşün değil aynı zamanda içsel varoluşun da insanı güzelleştirdiğine inan bir doktor profili çiziyordu. 50lerinde olan bir doktor olarak sadece yaşıtı erkekleri değil aynı zamanda oğlu yaşındaki genç doktorları bile etkilemeyi başaran bir havaya sahipti.

Yine festivalde yer alan ''The Mill and the Cross'' filminde de karşıma çıkan Rampling bu sefer yukarıda çizdiği karakterden ve havadan çok uzaktaydı. Bruegel'in 1564te resmettiği ''The Way To Calavary''den etkilenerek çekilen filmde (hatta onu odak noktası olarak gören filmde) İsa ve çekilen işkenceler konu ediliyordu. Rampling ise filmde Mary rolünde tüm o rahibe kıyafetleri altında bile parlamaya devam ediyordu. Tıpkı bir tablo içinde kusursuzca çizilmiş kadın portresi gibi.

Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren ancak yine festivalin konuğu olan Carey Mulligan, Andrew Garfield ve Keira Knightley'nin baş rollerini paylaştıkları ve Kazuo Ishiguro uyarlaması olan ''Never Let Me Go''da da özel bir amaç uğruna yetiştirilen gençlerin gittiği bir okulun müdürü olarak karşımıza çıktı.
doğal, güzel, sempatik ve muhteşem bir gülümseme

Rampling bunlar dışında aynı zamanda Keira Knightley'nin baş rolünde olduğu 2008 yapımı ''The Ductchess''ta da yer almış. 2003 yapımı, suç, ceza ve gizem üçlemesi olan ''Swimming Pool''da da Ludivine Sagnier ile kamera karşısına geçmişti. Ki Ludivine Sagnier de yine geçtiğimiz festivalde gösterilen ''Crime D'Amour'' filminde de Kristin Scott Thomas ile bir araya gelmişti. Tema ise yine aynı. İşlenen bir cinayet, gizem ve bol heyecan.

Ve 2001 yapımı ''Spy Game''. Brad Pitt ve Robert Redford'u bir araya getiren aksiyon filmi. Rampling her yerde. Filmi 4.99a D&Rlardan satın alabilirsiniz bu arada :P


Son olarak Rampling oyuncusu Kirsten Dunstn'a Cannes'da ödül kazandıran Lars von Trier filmi ''Melancholia''da da Charlotte Gainsbourg, Skarsgaard ailesi ve Kiefer Sutherland ile yer aldı. Sonucu merakla bekliyoruz.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

JENNIFER LOPEZ || LATİN ATEŞİ SÖNDÜ MÜ ? ALEV DAHA MI GÜÇELNDİ ?

Uzun zamandır ''ha şimdi, ha sonra'' olarak beklediğimiz Jennifer Lopez'in ''Love?'' albümü sonunda ay içinde yayınlandı. Son yayınladığı albümlere nazaran latin ve dans dozu biraz daha arttırılmış. Daha önce yayınlamış olduğu ancak istediği etkiyi pek de yaratamadığı şarkısı ''Louboutins'' ve Pitbull destekli ''Fresh Out the Oven''ın yer almadığı albümde 12 şarkı bulunmakta.

J.Lo albümün açılış parçası olarak ise ''Lambada'' samplelı elektro-latin dans şarkısı olan ''On the Floor''u seçmişti, ki yine bu da Pitbull destekli. Albümde yine her zaman olduğu gibi r&b, hip-hop dünyasından JLo'ya destek yoğun. İkinci single olarak seçilen ''I'm in to You''da da eşlik eden isim Lil Wyne. Ki smooth, latin pop parçası daha fazla içinde William Levy'nin de yer aldığı videosuyla ses getirmişti. Ancak şu bir gerçek ki, hepimizin beklediği kumsallı, çıplaklı, aşklı video açığını kapatan isim Lopez oldu bu sene.

Albümde Lopez'e eşlik eden isimler sadece urban music dünyasından değil, en popüler dans hitlerini yaratan Red One ve Stargate de prodüktörler arasında. Ve sıkı durun prodüktör koltuğunda oturan bir diğer isim ise Lady GaGa. Jennifer Lopez anladığınız üzere bu sefer çok sıkı gelmeye ve kendini 00lerin başında olduğu gibi parlatacak bir albüm yapmaya çalışmış. Peki sonuç cidden öyle mi ?

Kanımca albümün bir numaralı hiti ise, ki ben olsam yaz boyunca insanlara bıkkınlık getirene kadar her türlü sosyal ortamda çalardım, ''Papi''. Latin ateşi denen bir şey varsa Jennifer Lopez kıvılcımı alevlendirmeye gelmiş. Az laf çok iş. Kalçalar sallanmaya başlasın. Sırf bu parçayla tüm albümü ezip geçtiği gerçeğini elbette göz ardı edemeyiz ama sıkı durun belki de Lopez'in bugüne kadar kaydettiği en iyi parça ünvanını bile alabilir.

Single olarak kesinlikle yayınlanması gereken bir parça da ''Invading My Mind'' üstünüzde yaratmış etkiden sonra şarkının prodüktörleri arasında Lady GaGa'yı görmek de sizi şaşırtmayacaktır. Hatta tıpkı ''Just Dance'' havasında olduğunu bile söyleyebilirim. Yüksek temposu ile ''Papi''nin etkisine erişemese de albümde ortaya çıkan genel ''sıkıcı'' havanın üstesinden gelmeyi başarıyor. Hemen ardından gelen ''Villain'' ise sizi baştan çıkartmak için düzenlenmiş ama daha ziyade bayan bir melodi ve vokalden oluşmakta. Üstelik fazlaca Justin Timberlake ''My Love'' kokmakta. Kapanışa bonus track olarak eklenen ''Hypnatico'' ise gider ayak sizden özür dilercesine, mahcubiyet göstergesi bir dans şarkısı.

Açılışta dans dozu arttırılmış derken aslında albüm balladlardan tamamıyle arındırılmış demek istemiştim, ama yine de albümün en düşük tempolu şarkısı olan ''Until It Beats No More'' sizi eğlendirmek için yazılmış bir çok dans parçasından daha fazla etkileyebilir.

Aslına bakarsanız 4 yıl beklettikten sonra bu tarz bir albümle karşımıza geçmiş olması bir parça hayal kırıklılığına uğramamıza sebep. Zira yukarıda adı geçen şarkılar dışında pek de sizi uçuracak ya da dans etmeniz için havaya sokacak derecede iyi şarkılar yok içeride. Jennifer Lopez her daim göz önünde ve her gün kendini konuşturmasını biliyor, ancak belli ki her ne kadar da Red One'la falan çalışmış olsa da albümün üzerinde yeterince durmamış. Ya da kendisi hala bu ''vintage-latin pop-dance'' soundlu günlerde yaşamaya kararlı. Ayrıca Jennifer Lopez hiçbir zaman mı şarkı söylemiyordu ? Yoksa bu albüme mi mahsus ? Kesinlikle ''This is Me...Then'' ve ''Rebirth'' havası yok. Ha zaten bu saatten sonra bir daha o günleri yakalayabilir mi, orası meçhul !

5 üzerinden 2.75.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

LES PETITS MOUCHOIRS

Uzun süre önce festivalde seyrettiğim ''Les Petits Mouchoirs'' / ''Küçük Beyaz Yalanlar'' benim için izlediğim 20ye yakın film arasından en iyisiydi. İyi olmasının ya da filmden zevk almamın sebeplerini sayarken muhakkak seyretmeniz gerektiğini de spoiler gibi en baştan belirtmeliyim.

Neden Seyredelim ? Neden Sevdim ?

  1. Baş rolde Marion Cotillard.
  2. Yönetmen ve yazar ise Guillaume Canet.
  3. Marion filmde yıldız gibi parlasa da yanında yer alan ve filmi ortaya çıkaran diğer tüm karakterler de yine en az onun kadar ışıl ışıl. François Cluzet'in oynadığı öfkeli, takıntılı biraz da sterotipik Max karakteri insanı sürekli gülme krizine sokarken, ayrıldığı sevgilisiyle kafayı bozan Antoine (Laurent Lafitte) ve çapkın Eric (Gilles Lellouche) de diğer artı değerler.
  4. Climactic anlar tıpkı (genelde) Ferzan Özpetek filmlerinde olduğu gibi masa başlarında ve şarap içerken geçmekte. 
  5. Fransızca.
  6. Komedi olduğu kadar dram da. İkisi birbirini desteklemiş. Ve mükemmel bir harmoniyle mükemmel bir film çıkmış.
  7. Tür olarak ya da konu, ya da .... Bilemiyorum neden ama Vicky Christina Barcelona ve Mine Vaganti tadında. Belki biri Barcelona, diğeri Lecce'yi bu da muhteşem Fransız tatil mekanı Cap Feret'i bir diğer karakter olarak filmde konu ettiği içindir. Bir diğer ortak nokta ise belki anlatmış oldukları burjuva hikayesi.
  8. Belki de gerçek bir ailenin yani arkadaşlığın önemini ve değerini o birlikteliğin insana neler hissettirdiğini vurguladı için bu kadar sevmişimdir. Bir kaza ve bir itiraf sonrası deniz ve şarabın iç içe olduğu, arkadaşların bazı şeyleri sorgulamaya başladığı bir tatil.
  9. Karakterlerin geçirmiş olduğu dönüşüm. Ve değişim gerçekleşirken kalın bir romanı bir solukta zevkle bitirmiş olduğunuzda aldığınız hazzı tadabilirsiniz.
  10. Kalın bir roman tanımlaması açıkçası tam da cuk oturdu, filmin belki de tek olumsuz yanı, oldukça uzun olması. Bu beni çok fazla rahatsız etti mi peki ? Kesinlikle hayır, ama biraz daha kısa olabilir miydi ? Evet !
  11. Tam anlamıyla sempatik.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

AY BİTMEDEN MEN'S HEALTH' BİR GÖZ ATIN !

Önce Troy sonra 300 Spartalı derken bir de Starz'ın Spartaküs serisi. 6 Packli erkeklerin ekranları istila etmesi şimdi de Thor sayesinde devam ediyor. Üstelik bu sefer sadece ekranları değil dergi kapaklarını da.

Kabul edin ! Kıskansanız da, inkar da etseniz, bunların boş işler olduğunu düşünseniz de eminim bir çoğunuz onlar gibi gözükmek isterseniz. Aslında hemen hemen hepimiz özgüvenin sadece vücutla oluşmadığını biliyoruz. Tamam en azından belki de bu yalanla beynimizi yıkamış da olabiliriz. Ama hanginiz yazın deniz kenarında onlar gibi olmak istemediniz ki ? En azından birkaç saniyeliğine bile olsa ! ''İstemem mi'' diye çığırdığınızı duyar gibiyim.

Tamam eğer düşünmediyseniz, bir kenara çekilin, ancak aranızda eğer düşünenler de varsa bu ayki Men's Health Türkiye sayısını kaçırmasın ! Zira kapakti Chris Hemsworth (Thor) rolüne hazırlanırken ne gibi süreçlerden geçtiğini anlatıyor. Üstelik ufak bir ipucu. Elbetteki film ekranı photoshoplu, bolca şişirmeler de mevcut, ancak filmden önce hayatında hiç ağırlık kaldırmamış olan Hemsworth'un dış görüntüsü -film dışında da- gayet yerinde. Hani siz de hantallığı bir kenara bırakıp onun gibi olabilirsiniz. Ben mi ? Sanmıyorum. Şu sıralar coach potato gibi bilgisayar ekranından ne kadar Amerikan dizisi varsa seyretme hobisine kapılmış durumdayım. Özellikle yaz yaklaşmışken dergiyi almada yarar var.  Eh aylardan mayıs en kötü ihtimal bir ay sonra deniz. Hızla forma girme yöntemlerini öğrenmeden de olmaz.

Dergiyi asıl sayfama taşıma sebebim ise bu ay bir sürpizi olması. İki dergi olarak değil, ama iki yapışık dergi olarak çıkmış piyasaya. Derginin yarısı da erkek modasına ayrılmış. Hali hazırda ülkemizde pek de erkek moda dergisi olmadığına göre bence edinebilirsiniz. Üstelik moda sayfaları da saçmalıklardan meydana gelmemiş. Eğri oturup doğru konuşalım, rengarenk pantalonlar, ayakkabılar ve t-shirtler, belki birçoğumuzun imrendiği ama elinin de gitmediği parçalar. Netice itiabriyle yakışanı var yakışmayanı. Dolayısyla Men's Health'de bu konuda oldukça gerçekçi davranmış ve yurdun erkekleri ''tam da ne sever'' üstüne yoğunlaşmış. İkisi yerli olmak üzere toplamda 4 tane de editöryal bulunmakta içinde. Yine de illa ben renkliden vaz geçmem diyenler için koyu renkli kıyafetlerle renkleri kombine ederek oluşturulmuş looklar da mevcut.

Ha bu arada ilgilenelere: 2070'e kadar yaşamanın formülü, yani genç kalmanın sihri ve yeni seks tüyoları yazı dizileri de yine dergide. Ay bitmeden edinmekte fayda var.

images; my scan, en üstteki fbook sayfasından

17 Mayıs 2011 Salı

MY MIND IS BLOWN BY A STRANGER ! THAT BLUE UNDERWEAR ACTUALLY WORKED !

Geçtiğimiz senelerde Eurovision zamanı uzun uzun yazmama rağmen beni bu sene yazmaya iten pek de bir sebep yoktu. Belki bu senenin genel sıkıcılığı, belki benim herşeylerden hoşnutsuz olmam bunun sebeplerindendi. 43 Ülke içinde en az favorim olan ülkenin gecenin galibi olması da olayın tuzu biberi oldu. Düsseldorf'da kurulan muhteşem sahne, Blue, Estonya'nın ''Rockefeller Street''i, Yunanistan'ın rap ve yerel tınılı ''Watch My Dance''i ve Irlanda'nın hobit ikizleri final gecesinden aklımda kalan en önemli detaylardı. İsrail'in finale bile kalamaması bu senenin fiyaskosuydu benim için.

Ama yarışma hakkında değinmek istediğim tek nokta Almanya adına yarışan Lena. Britney, Aguilera gibilerinin şarkılarındaki u dönüşü seneler alsa bile Lena için bu farklıydı. ''Satellite'' ile sadece yarışmanın değil tüm müzik endüstürü içinde yayınlanan en eğlenceli parçalardan birine imza atmıştı bile diyebilrim. Mika'nın kız versiyonu, Pink'in Avrupa şubesi gibiydi geçtiğimiz sene.

Şeker kız Candy'den bir anda Panter Emel'e nasıl dönüştüğü konusunda bir fikrim yok ancak en az eski hali kadar muhteşemdi bu sene. Üstelik sadece şarkısı değil kendisi de oldukça değişmişti. Büyümüş, serpilmiş. Neyse saçmalamdan yazıyı bitirsem iyi olur. Sanırım Lena'yı daha yakından takip etmeye başlasam iyi olacak.

Mavi iç çamaşırında bir keramet olsa gerek. Değişimin sırrı o olabilir.

10 Mayıs 2011 Salı

CHERRYBOMB - TUTKU OYUNLARI

2009 yapımı ''CherryBomb'' dağıtımcı problemleri yüzünden dünya genelinde kendine henüz vizyon şansı bulabilmiş, görebileceğiniz ''en manyak'' filmler kategorisinde ise zirve zorlayabilecek bir ''teenage drama''. Premiyer'i 2009da Berlin Film Festivali'nde yapılan filmin başrollerinde ise tanıdık Ingilizler yer alıyor. Harry Potter'ın havuç kafası Rupert Grint (Malachy), Misfits'in en deli ve arıza çocuğu Nathan yani Robert Sheehan (Luke) ve Kimberley Nixon (Michelle). Burnunuza threesome kokuları gelmiş olabilir. Threesome dedimse hemen de yanlış anlamayın. Ama bir şekilde çember bu şekilde tamamlanıyor.

Titanic adlı spor komplexinde çalışan Malachy, içinde haylazlık olsa da bildiğin Hıristiyan, Ingiliz soğuk aile yapısına uygun yetiştirilmiş, aslında doğruyu ve yanlışı da ayrıt edebilmesine rağmen zaman zaman şeytana uyan kızıl kafa bir genç. Luke ise (Sheean'ın Misfits'te çizdiği karakterden pek de farklı sayılmaz aslında) alışılageldik Brit Guy havasında. Yürüyen TopMan rekalmı gibin. Renkli, skinny Brit tarzının yanısıra, cool ve indie genç profilinde. Tamam, belki bu özelliklerin yanına bir de ''serseri'' ve ''snob'' sıfatlarını da ekleyebilirim. İki erkeğin olduğu yerde döngünün tamamlanması için, iki arkadaşın arasına bir de kız yerleştirilmeli. Biri Michelle'i mi çağırdı ? Spor komplexinin sahibinin kızı olması da cabası. Diğer iki karakter gibi bir anlamda dışlanmış ve kendisini ''iki erkekten birini seçicem ve bunu da oyunlarla halledicem'' havasıyla kendini tatmin etme çabaları içinde.

Her iki erkek de Michelle'i kazanmak için çabalarken, vandallıktan tutun, kavgaya, sexten, hırsızlığa bir çok kötü yola başvuruyor. İşin içine bir de alkol ve uyuşturucu girince ''teenage drama'' döngüsü de burada tamamlanıyor sanırım.

Filmin ilk sahnesi, aslında sonundan bir ipucuyla başlıyor. Dolayısyla sonunu tahmin etme çabasından çok, olayların gidişatı ve karakterlerin gelişimleriyle daha da ilgilenir bir halde oluyorsunuz. Hemen hemen bir çok önemli olayın ve climactic anların da Titanic'de gerçekleşmesi, temelde üçlü bir elde etme hikayesi olduğundan ve afişten de anlayabileceğiniz gibi su dolu bir sahnenin de olması ister istemez sanki filmden ''Titanic''e göndermeler olduğu varsayımında bulunabilirsiniz. (Cümle biraz garip oldu sanırım ama, you got it?)

Sonuç olarak, en yakın iki erkek arkadaş, cazibe yöntemiyle iki erkeği birbirine düşürmeye çalışan bir kız ve fazlaca Brit havası. Tutku Oyunları bu olsa gerek. Ancak yine de Cherrybomb'un bahşettiği masumane bir arıza hikayesi yerine Temel İçgüdü tarzında bir filmle karşılaşabileceğiniz sinyalleri vermiş filmin türkçe çevirisi sanki. 

Haftasonunu geçirmek için pek de kötü bir seçim sayılmaz.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

SERGİYE DAVETLİSİNİZ ! ALEXANDER THE GREAT

Her sene bu zamanlarda ayrı bir temayla açılan New York Metropolitan Costume Institute sergisi bu sene Savage Beauty başlığı altında Alexander McQueen'e adandı. Elbetteki ölümünün birinci yılı ardından McQuuen'e adanan bir serginin temasını vahşi ve güzel kelimelerinden başka hiç bir kombinasyon tanımlayamazdı. McQueen'in bugüne kadar yapmış olduğu işler belki Ingiliz Modasının ruhundan kaynaklanan belki de kendi içsel yapısından dolayı diğer tasarımcıların aksine oldukça avant-garde, yenilikçi, sıradışı ve tamamıyle bambaşkadır. Ancak hepsinden öte ''teatral'' kelimesi belki de bugüne kadar oluşturmuş olduğu kolleksiyonların anahtar kelimesiydi. Ki yine Sarah Burton da bu özellikleri korumaya devam etmekte. Kimi zaman yapmış olduğu bir elbiseden etkilenip belki şiir / şarkı yazarsınız, kimi zaman da müzede sergilenen bir tabloyu incelemek istediğiniz gibi incelersiniz. İşte aşağıda paylaşacağım kıyafetler de -ki onlara kıyafet demek çok hafif kakır- birer sanat eseri kıvamında müzede sergilenen tasarımlardan.
    ''Irere'' 2003 İlkbahar / Yaz                                        ''Sarabande'' 2007 İlkbahar / Yaz
   2009-2010 Sonbahar / Kış                        ''The Horn of Plenty''  2009 / 2010 Sonahar / Kış

Aşağıdakiler ise Amerikan Vogue'u Mayıs sayısında McQuuen anısına gerçekleştirilen çekimden. Çekimin başlığı ''Alexander the Great''. Editöryali hazırlayan isim Grace Coddington, fotoğraflar Steven Meisel'den. Modeller ise Karlie Kloss, Karen Elson, Coco Rocha, Caroline Trentini, Stella Tenant ve Raquel Zimmerman. Editöryalde kullanılan kıyafetler de yine sergide yer alan işlerden.
Sergi yapılır da açılışı yapılmaz mı ? Kıyafetler ve katılacak konukların kimler olacağı konusunda yapılan dedikodular nedeniyle sene içinde Oscar'lardan sonra en fazla merakla beklenen ikinci organizasyon olması da cabası. Birçok sitede birçok fotoğraf yer aldı, aslında kıyafetler konusunda yakışmış mı yakışmamış diye yarı espirili uzun uzun yazmak da isterdim, ama gerek yok sanırım. Yine de bu beni Top 10'umu sizinle paylaşmaktan alıkoyamaz. Party'nin / Gala'nın bu seneki ev sahipleri arasında ise Anna Wintour, Colin Firth ve Salma Hayek de yer alıyordu.
Liv Tyler, Marina Abramovic ve Mariacarla Boscona. Hepsinin kıyafety Givency Couture hepsinin de kavalyesi Ricardo Tisci. Liv Tyler gecenin kuşkusuz en şık ismiydi. Givency Couture, zayıf, güzel ve uzun kadın zincirleme sıfat tamlaması bir araya gelince zaten rüküş olması imkansız. Acak Florance Welch, Carine Roitfeld ve niceleri daha önce giydiğinden pek de işin espirisi kalmadı artık.
Model, şarkıcı Karen Elson ve oyuncu Sarah Jessica Parker. Her ikisi de en sevdikleri modacının anısına McQueen elbiseyle katılmışlar geceye.
Geceye en fazla Stella McCartney ve Alexander McQuuen elbiseleri damgasını vurdu. Yukarıda da rapunzel saçlarıyla Rihanna ve ışıldayan Maggie Gyllenhaal'ın seçimi de Stella McCartney'den yana. Gyllenhaal'un kocası Peter Saarsgard'ın seçimi de Yves Saint Laurent'ten yana.
Emilio Pucci içinde Beyonce ve Vintage Dior Couture ile Ashley Olsen. 
Her zaman şık Jennifer Lopez'in tercihi Gucci. Sağda ise Sarah Burton. Elbetteki Alexander McQuuen.
McQueen'in en birinci dostu Daphne Guiness elbetteki modacının en ikonik tasarımı olan elbisesiyle. Yanındaki ise American Vogue'u Editor at Large of Europe Hamish Bowles. Onun da tercihi yine McQuuen.
Bunların hepsinin tercihi ise Marni. Ancak benim dikkatimi çeken ise en sağda yer alan editör Giovanni Battaglia. Fazlasıyla vintage, romantik ve Italyan ruhlu.

photos via, style.com, vogue türkiye, fashionspot

7 Mayıs 2011 Cumartesi

O GUCCI'LERI ISTIYORUM. 2 GUCCI 18 KAPAK

Daha önce- tık: Mart ayında moda dergilerinin kapaklarındaki Dolce & Gabanna hakimiyetini yazmıştım. Ben yazıyı bitirirken 9 kapak yayınlamıştı. Hatta henüz Vogue Paris Nisan sayısı görücüye çıkmamıştı. Ancak o sayı daha sonra 15e ulaştı. Hatta re-print kapaklar / dergiler nedeniyle beyaz ve dantelin başrolde bulunduğu kapak sayısı muhtemelen 20yi bulmuştur.
Sırada Gucci var ! Gucci'nin rengarenk saten kumaştan hazırlamış olduğu bu takımlar sadece editörlerin değil benim de gözdem. Keşke etrafımdaki bütün kızlar bunları giyinse. Sadece moda dergilerinde değil özel davetlere katılan isimlerin ilk tercihi bile bu Gucciler oldu. İlk deneyenlerden biri de hatta Jennifer Lopez'di. Kapakların yanıs ıra bütün editöryallerde bile yer aldı desem abartmış olmam sanırım. Hatta Kate Moss'lu postta da karşılaşmış olabilirsiniz.
Daha önce de dediğim gibi, editörler front-rowda kurulurken defileden en hit parçaları seçip, büyük ihtimalle çekimleri kafalarında gerçekleştiriyorlardır. Açıkçası önemli olan bu elbiseleri yakalayıp kapağa taşımak mı doğrudur, yoksa Wintour, Sozzani gibi ''nasıl olsa bunları herkes kullanır biz başka ''look''lar mı seçelim'' demek daha isabetli bir karadır bilemeyeceğim. Ancak ''biraz yaratıcılık''. 
Lara Stone'lu Vogue Paris Şubat ve Jennifer Lawrence'lı Flare Canada Haziran benim en favorilerim. Hatta en birincim ''Winter's Bone''da paspal rolde parlayan yıldızın aksine, burada inanılmaz seksi ve ''beauty bomb'' hali ile insana dudak ısırtan Lawrence kapağı. (Doğru kullandım sanırım bu deyimi lol)
Gelelim sezonun bir diğer trendy Gucci look'una. Saçaklartan yapılmış bu elbise Afrikalı Yerel Halkı anımsatıyor. Vahşi ve tribal efektiyle Roberto Cavalli kreasyonundan kaçmışa benzese de bir kadın bu elbiseyi giydiğinde kendini daha güvende ve sert hissedemez her halde. Sarı,kızıl ve yeşil ise değişik alternatifler.
Diğer 4 lady kusuruma bakmasın ama Beyonce dışında kimse bu elbiseyi güzel taşıyamamış. Sanki Beyonce düşünülerek tasarlanmış gibin. You ROCK Queen B.

Tribal elbise tam 6 farklı kapakta yer alırken, neon saten serisi ile üsttetki Gucci'ler tam 13 farklı kapakta boy göstermiş. Marie Claire, Instyle ve Elle gibi dergiler sürekli reprint'lere başvurduklarına göre Gucci bu sayısı 2ye belki de 3e bile katlayabilir.

photos via. fashiongonerouge, fashionspot

6 Mayıs 2011 Cuma

KATE MOSS, GERİSİ FOSSS. HAYAT BOŞŞ EĞLEN COŞŞŞ.

Inez and Vinoodh'un çektiği sadece duvak ve eldeki buketten ibaret olan seksi Kate Moss tarzı gelini gördüğümde aklıma gelen ilk cümle bu oldu. Ancak fotoğraf üzerinde yazan slogan ise benim bulduğum uyduruk tekerlemeden çok daha ilgi çekici. Geçtiğimiz cuma Kate Middleton, Londra'da Britanya'nın yeni prensesi olmaya hazırlanırken şehrin birçok köşesinde billboardlarda bu yer alıyormuş.
Moda dünyasında hiçbir modele extradan sevgi beslemediğim gibi Kate Moss da benim için sürüden farksız. Ancak geçtiğimiz aylarda Paris'te düzenlenen Louis Vuitton Fall/ Winter 2012 defilesinde Kate Moss'un podyumda salınışını gördükten sonra bazı şeylerin değişmiş olduğunu fark ettim. Biraz arşivleri karıştırdığımda 90lı yılların başında kariyerinin ilk senelerinde Etiyopyalılardan farksız extra skinny olduğunu gördüm. Durum belki kariyerinin 25. yılını doldurmaya hazırlanan über-süper model için şimdi farklı. Ancak bir gerçek var ki bacaklarında oluşmaya başlayan selülitler bile o meşhur fetiş defilede podyumda elinde sigarayla salınan Moss'un seksiliğine aynı zamanda asaletine gölge düşüremez.

Görüldüğü gibi Kate Moss hala Kate Moss. Hala dergiler onu kapak yapmak için, onu seçmek için yarış halindeler. Bu ay kendisi aynı anda üç farklı Vogue edisyonunun kapağındaydı. Üstelik hepsinin alt başlığı aynı ''Kate Moss Reveals All''. Cidden aşağıdaki fotoğraflara bir bakın. Özel hayatını zaten biliyordunuz. Peki vücudunda bilmediğiniz yer kaldı mı acaba ?
Yukarıdaki ilk görsel Vogue Japan May sayısı. Alttaki ise Vogue Paris. İkincisinin özelliği Emmanuelle Alt'ın ikini sayısı olması. İkisinin ortak özelliği ise imzanın Mert & Marcus'a ait olması. Zaten dikkatinizi çekmiştir. Paris kapağının arka fonu ile Moss'un yüz ifadesi, über-model ablası Giselle Bündchen'in Türkiye kapağındakisiyle aynı. Ancak yine de bu bize vaad edildiği gibi onun bizi öpmesine engel teşkil etmez.
Kapağı çevirdiğinizde ise o ellerin Kate'i soyduğuna şahit oluyorsunuz. Bakınız hemen yukarısı. Japon ve Paris sayılarının bir diğer ortak noktası ise her iki derginin de couture çekimi için Moss'u tercih etmiş olmaları.

Bırakın tüm zamanların en seksi Vogue kapağı olma meselesini aynı zamanda tüm dergiler içinde de bu ipi göğüsleyebilir. Alt size yukarıda Moss'un sizi öpüceği yalanını söyleyedursun, Brezilyalı Vogue hayalerinizdeki öpücüğü Moss'un sırtına kondurmuş bile. Dergide Mario Testino'nun lensinden 64 sayfalık Kate Moss editöryali bulunmakta. Keşke dergiyi elimize alabilsek, ama sanırım bu Türkiye'de pek de mümkün değil. 64 sayfayı buraya sığdırmam belki zor, ama en ateşlileri burada.

PS1: Kate Moss aslında bu ay içinde yani Mayıs sayısı için bir de Ingiliz Harper's Bazaar'ına kapak oldu. Ancak onun hakkında bahsedeceğim başka şeyler de olduğundan bir sonraki posta saklıyorum.

PS2: Tüm bu postlar bana Ocak ayında hazırladığım Naked Fashion dosyasını hatırlattı bana. Bir kez daha göz atmak isteyenler için.

images via, models.com, tfs

1 Mayıs 2011 Pazar

APOLLO MAG: NO 9 || THE FESTIVAL ISSUE + COUTURE SUPPLEMENT



credits:
model: Jean Carlos (Apollo), Kate Moss (Couture Supplement), Lais Riberio (Edito)
photography: David Dunan for Blanco S/S 2011 Campaign
                     Mert & Marcus, editor Georga Cortina, for Vogue Japan May 2011 wearing Givency