2 Kasım 2011 Çarşamba

DOWNTON ABBEY

Sanırım senaryodan, oyuncu kadrosuna, set tasarımından, jenerik seçimine kadar esaslı ve oturaklı bir prodüksiyon uzun zamandır TV dünyasına pek uğramamıştı. Geçen biten ''Lost'' ardından 2010/ 11 sezonunda iki değişik yapım bu özelliği tanımlayana kadar: Game of Thrones ve Downton Abbey. İlkinin ülkesi belli, Amerikan yapımı, üstelik bağlı olduğu kanal HBO. Bir anlamda onlardan alışkınız böyle şeyer görmeye, yine de elbette görkemiyle beni titrettiğini itiraf etmem lazım.

Ancak ikincisi yani post'un mevzu bahisine gelecek olursak ''Downton Abbey'' adadan çıkma ve ITV yapımı. Aslında şu sıralarda S02E07yi seyretmek üzereyken burada diziyi tanıtmak değil, ancak özellikle bu sezonda bölümler ilerlerken görkemine hayran kaldığım dizinin beni bu denli heyecanlandırmasının sebeplerini sıralamak.

Dizinin yapımcısı Julian Fellowes'ın elinden her şey geliyor. Yapmak, yönetmek, oynamak ve yazmak. Bond serisi ''Tommorow Never Dies''da oynayan Fellowes ''The Young Victoria'' ve ''The Tourist''in yazarlarından. Kendisi aynı zamanda büyük ihtimalle yeniden ITV tarafından yayınlanacak olan ''Titanic'' dizisinin ve ''Romeo and Juliet''in yeniden çevriminin yazarlarından. Anlayacağınız üzre yüksek sınıf / burjuvazi / ''noble blood'' denen şeye sahip olan aileleri tasvir etmekte ustalaşmış biri. Belki de bu yüzden görgü ve davranış kurallarını karşı tarafa daha iyi geçirip aslında insan olmak ne de güzel şeymiş dedirttirebiliyor. Tabi tüm bunlar da ona yazarlık kategorisinde dizi ile Emmy kazandırıyor.

Utanarak da olsa dizideki Violet, Countess of Grantham'ın Maggie Smith olduğunu geç anlasam da dizinin ''komedi'' açığının onun kapattığını söyleyebilirim. Aslında tür tarihsel-drama, yani bu tür bir yapımda kimse komedi aramaz, ancak onun konuşma şekli, ince ince laf sokuşları, hele ki adab-ı muaşeret kurallarını çokca iyi bilmesi üzerine özellikle bu konuda eksik olan Isobel Crawaley (Penelope Wilton) ile her karşılaşmaları, ikisinin karşılıklı tatlı tatlı değil de biraz birbirini geçme ve sidik yarışı kıvamına dönen atışmaları ve her defasında Violet'in laf sokmaları/ ironileri -dediğim gibi- komedi olmamasına rağmen kahkahalar bile attırıyor.

Bir İngiliz yapımı olarak dizinin Amerika'da Emmy'lerde tam 10 dalda aday olup 6 tanesini kucaklayabilmiş olması ise beni ne kadar bahtiyar etmişti anlayamazsınız. Üstelik kazanılan ödüllerden biri kostüm bir diğer ise Maggie Smith'in oyunculuğu sebebiyleydi ve unutmamak lazım ki nasıl bir ''lady'' olunuru en iyi şekilde gösteren Cora, Countess of Grantham (Elizabeth McGovernKate Winslet karşısında ödülünü kaybetti. İlginç olansa, ya da sadece bir tesadüf, Cora da aslında Amerikalı bir karakter.

Dizinin beni kendine en fazla çeken yanı ise aristokrasiyi/ ''etiquette''i en iyi şekilde yansıtabilmesi, ancak bunu yaparken değişik mevkiden / politik arkaplandan karakterlerin de gelmesi ile bu kuralları eleştirebilmeleri ve bunu yaparken de birbirlerini ucuz şekilde eleştirmekten ve dalga geçmekten uzakta durmaları. Gösterişli kütüphane, yemek masası, onun etrafında oturma düzeni ve bu seremoniyi izlerken büyülendiğimi ise saklayamam elbette. Hele tabakların ve çatalların arasındaki mesafenin cetvelle ölçülme sahnesi ? Aristokratik / elitist bir çerçeveden uzak da olsa bu duyguyu yaratmaya çalışan Aşk-ı Memnu sanat ekibini hatırlayabilirsiniz aslında, her yemekten önce kıyafet değiştirme seremonisine giren Bihter kategorisini. İşte burada o hava yok, belki de dönem / ülke nedeniyle aslında kızlar bunu isteyerek / zorla yapsalar da içleri boş birer süs bebeği kategorisinde değiller, her biri sadece toplum için değil, kendi kendileri için bile yararlı olma çabası içine giriyorlar, elbet bunu I. Dünya Savaşının betimlendiği ikinci sezonda insanların / karakterlerin zorunlu olarak geçirmiş olduğu metamorfoz sayesinde daha iyi gözlemleyebiliyruz.

Kurallar ve ilişkiiler denmişken böyle bir dizinin senaryosunda aristokrasinin en merak edilebilecek yönü de belki evdeki çalışanların ve Crawley'lerin birbirleriyle ilişkisi. Özellikle Lady Mary ve Anna'yi izlerken birinin kıyafetleri daha gösterişsiz olmasaydı ikisinin kız kardeş ya da arkadaş gibi olduğunu anlayabilirisniz ya da tüm ağırlığına rağmen Violet'in evlerinde çalışanları rahat ettirebilmek pahasına son bölümlerde yaptıklarını görseniz. Belki de tüm bunları izlerken aslında alışageldiği üzre insanı bozan şeyin para olmadığını çok iyi gözlemleyebilirisiniz.

Lady Mary Crawley (Michelle Dockery) güzelliğiyle beni kendine hayran bıraksa da başlarda bir çekimser, bir istemem, bir istemem yan cebime koyumcu tavrıyla getgiller yaşasa da şimdi bir türlü elde edemediği Matthew Crawley aşkıyla beni kahrediyor. Tüm soğukluyla, gerçi son zamanlarda işe yarama isteğiyle yanıp tutuşması sebebiyle bir nebze olsa sempatimi kazanan Lady Edity Crawley (Laura Carmichael) aksine en sevdiğimn karakter Lady Sybil Crawley (Jessica Brown Findlay). İlk sezonda kendi yardımcısının şehirde gazeteci olarak iş bulmasına vasıta olan Lady Sybil, aile içinde de protest kadın olmaya devam ediyor. Savaş sırasında herkesten önce en başta ona gelen çalışma isteğinin yanı sıra politik olarak farklı duruşu ve bu tür mevzuları da konuşabiliyor olması en küçük kardeşi aynı zamanda en çekici de yapıyor. Tarz olarak olmasa da karakter anlamında 20lerin kadını doğmaya başlıyor böylece.

Görkemine hayran kaldığım bir diğer unsur ise kıyafetler. Her biri Couture kıvamında olan Viktoryen muhteşem elbiseler ve şapkaların yanı sıra o muhteşem smokinleri / takım elbisleri evdeki uşak/ bekçi olabilme pahasına bile giyme isteği uyandırıyorsa gerisini siz düşünün artık. İnci takılar ve kravatlar da yine dizinin en hip aksesuarları arasında. Robert Crawley, Earl of Grantham (Hugh Bonneville)ın giydiği takımlar ve Matthew Crawley (Dan Stevens) ile savaş zamanı giydikleri özel askeri üniformalar ile Burberry'i kıskandıracak trenchcoatlar. Dönem dizisi izlemenin en iyi yanları bu olsa gerek.
Downton Abbey British Vogue Spread
Dönemsel / tarihsel  drama olması sebebiyle üstelik şimdi Dünya Savaşı döneminde olmalarına rağmen elbette bir Pearl Harbour efekti beklemesek de her daim savaşta olmalarına rağmen en azından seferleri bile neredeyse yok sayan Muhteşem Yüzyıl akisne -gerçi benzetme yapmam bile yanlış ve komik olsa da- yok saymaması ise harika. Yine de dediğim gibi senaryuo / otyuncluk ve dekor -kostümte karşılaşmış olduğumuz görkem savaşma sahneleri için pek de geçerli değil.
Anlyacağınız izlemek için çok fazla sebep var your higness. Bence bu görsel şöleni kaçırmak istemeyebilirsiniz.

images via google.images.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder