21 Ekim 2010 Perşembe

ISTANBUL MODERN LOVES FASHION LOVES MOVIES

IstanbulModern'de Hüseyin Çağlayan ile başlayan moda furyası Dice Kayek ile devam etmişti. Şimdi ise sergi bitmeden yeniden Hussein Chalayan Exposition dahilinde modacının seçtiği filmlerin gösterildiği bir program hazırlanmış.

Geçtiğimiz perşembe tüm yorgunluğumu göz ardı edip ders sonrası Modern'e gidip ''Qui etes-vous Polly Maggoo?'' (Whoa Are You Polly Maggoo ?) isimli filmi izledim. 1966 yapımı olan bu siyah beyaz film William Klein'in elinden çıkmış. Zamanında Vogue, Bazaar, Elle gibi dergilerin kapağını süsleyen Dorothy McGowan filmde Paris'de yaşayan Brooklyn'li bir modeli canlandırıyor. Filmde hem modanın ne olduğu sorgulanırken, büyük ihtimalle Fransız Vogue editörü olan Miss Maxwell'le -ki kendisi Anna Wintour'a kök söktürür- tanışıp ihişamlı moda çekimlerine tanık olup bir de zaman bakımından oldukça futuristic çizgilere sahip olan defileye tanık oluyorsunuz.

Film belgesel gibi ilerlerken aynı zamanda zaten bizlere bir belgesel programının arka planından da sunuluyor. Yani demek istediğim filmde Polly Maggoo'nun hayatı bir belgesel programı içinde inceleniyor. Arkada bir yerlerde bir de tutkulu bir aşk mevcut. Bu da göz ardı edilmemeli.İki adam bir kadın!

Modanın ne olup olmadığı tartışılırken, karakter gözünden modanın aşağıya çekildiği ve Polly'nin buna itirazını da görüyoruz. Bir yanda moda endüstrisi satirize edilirken aslında bunun ne kadar boş bir şey olduğunu ve modellerin cansız varlıklardan ya da mal pazarlayıcılarından ve tasarımcıların kuklaları olmalarından başka bir işe yaramadıkları da dile getirilen düşüncelerden.

Aşağıdaki karelerde ise katedralin tepesinde gerçekleştirilen editöryal çekimini, makyaj odasında Polly ve iç seslerini gördüğümüz bir başka çekim, futuristic çizgilere sahip olan definenin parçaları. Haute Couture defilesinde ipek kumaşlar yerine aliminyum'un kullanıldığı kreasyon ve onun tasarımcısı ile Miss Maxell'i görebilirsiniz.



Pazar günümü ise tatil dolayısıyla 2 filme ayırdım. İlki ''How Do I Look?'' adı altında queer / LGBT belgeseleydi. Mide bulandırıcı kadar tiksinç bir filmdi. 80dakkalık belgeselin yarısında salonu terk ederek, hayatımda bir ilki gerçekleştirdim ! ''Ball Culture'' temasına dikkat çekerken aynı zamanda HIV / AIDS konularına da parmak basıyor. Madonna'nın Vogue kültüründen etkilenerek, farklı tarzlarda kıyafetlerle, dans ve duruş şekilleriyle kendileri gibi olanlara gerçekleştridikleri patylerde birinci olma yarışları.

TransGender temasının ağır bastığı belgeselde ''3. Cins'' olarak adlandırılan insanların hayatlarının ne kadar zorlu ve boktan olduğu gözler önüne seriliyor. Belgesel ise Wolfgang Busch imzalı.

Madem ki filmi yarıda kesip dışarıya çıktım, o halde milyonuncu kez Hüseyin Çağlayan sergisini gezmesem olmazdı. Özellikle o göz doldurucu 2007 S/ S koleksiyonun videosunu bir kez daha oradan izlemeden ayrılsam içim cız ederdi. Üstelik bu kez yanımda bir de arkadaş vardı. Mister Trendsetter.

Saat 5 olduğunda ise işte ikinci film. ''Ein Traum in Erdbeerfolie'' // '' Yoldaş Modası''. Geçtiğimiz Istanbul Film Festivali'nin de gösterim programında olan belgesel kaçıranlar için ''şamda kayısı''. Berlin Duvarı yıkılmadan hemen önce. Doğu Berlin'deyiz. Herkesten farklı avand-garde takılan bir gençlik gurubu. Dazlağı da hippieside hepsi burada. Couture kıyafetlerin kumaşları ise birbirinden farklı. Eğer Lady GaGa etten elbise giydi diye onu bir ikon yapıyorsanız yanılıyorsunuz. Seksenlerde beraber olan bu gençler çift sıfırlı yıllarda geçmişe ve o duygulara özlem duyarlarsa ne olur ? O ruhu yaşatmak için bazı şeyleri canlandırma çabasına girerler. Gerisini ise filmi izleyerek bulun derim.

Hazırlanan elbiselerin materyallerinin orjinalliğini bir kenara bırakın bence onların halka tanıtımı bile oldukça sıradışı. Sanki podyumda mankenler yürümüyor, tiyatro oynuyorlar.

Üstelik filmde Robert Frost ve ''The Road Not Taken'' şiirine de gönderme vardı. I chose the less travelled one ...

Bir modacı, bir fotoğrafçı, stilist ve kuaför. Hepsi de 80lerin ''new wave'' ve bohem ruhunu yeniden canlandırmak için bir arada. Aşağıda ise sıradışı insanlar, yoldaşların moda kültürünü görebilirsiniz.

Ve yeniden perşembe bir haftalık Modern güncemin sonundayım. Bir kez daha derslerden yorgun bir şekilde çıkıp kendimi bu sanat mabedinde buluyorum. Bu sefer 1957 yapımı ''Funny Face'' // ''Şahane Macera''.


Hem orjinal ismi gibi funny face, hem de Türkçe ismindeki gibi şahane bir macera söz konusu. Sanki modellik yapılsın diye yaratılmış muhteşem oyuncu Audrey Hepburn ve yanında zamanın jönlerinden Fred Asteire.

Vogue ve Harper's Bazaar yanında bir üçüncü mega dergi daha. Quality, tıpkı Runway gibi. Miranda'nın hikyesi aslında nerelerden çıkmış. Kitapçıda çekim yapmaya kalkışan ekip Jo ile karşılaşır. Külkedisi misali bir anda Quality Dergisinin yeni sayısının yüzü olur. Fransız modacı onun için bir kreasyon hazırlar. İşte böyle. New York'tan Paris'e aşk dolu. Givency dolu bir gezinti. Geride ise muhteşem Paris manzaraları, müzikler, fotoğraf çekimleri ve tapılası coture kıyafetleri. Film sinematografi ve köstüm dahil toplamda 4 dalda Oscarlara aday olmuş.

Filmlerin ortak yanı ise şu. Yıllar önce 70ler ya da 80ler moda da fütüristic / ya da sıradışı her ne olduysa hala olmaya devam ediyor. O zaman da modellerin ''kadın ruhunu'' öldürdüğü düşünülüyordu, hala öyle. Moda aslında her anlamda her kulvarda kendini tekrar etmekten başka bir işe yaramıyo ? Hımm ? Debate konusu olur ! Elbette modanın saçma bir şey olduğu da yine tartışılmakta. Özellikle de Funny Face filminde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder