Yiten giden
31. Istanbul Film Festivali'nin arkasından el sallarken iki çift kelam etmemek de olmazdı elbette. Her güzel şeyin bitişi vardır mottosundan ziyade yazının ana fikri biraz çemkirme olabilir. İkinci kısımda ise izlediğim filmler hakkında birkaç çift laf yer almakta.
1: Genel olarak muhteşem filmler seçip izleyip her festival sonrası mest olan ben
''abartma filmler o kadar da iyi değildir'' ya da
''sen şimdi artık gişe filmlerini de beğenmezsin'' önermeleriyle azar işiten ben için festival tam bir fiyasko oldu. Üstelik ben filmleri kötü seçmedim, IKSV'nin karşı tarafa film tanıtma konusunda bence ciddi problemleri var. Üstelik bunu söyleyen tek ben olmadığım için 'okuduğunu anlama' konusunda bir geri zekalılığım olduğunu da düşünmüyorum.
(Şimdi reklamlar: Kaldı ki sürekli kitap okuyan ve 4 senelik lisans eğitimini edebiyata ayıran biri olarak bir hata olabileceğini de düşünmüyorum).
2: Bu sene reklamların kısaldığı IKSV tarafından bas bas duyuruldu. Ancak kısalan reklam ardından 5-10 dakikalık boş ekran izlettirme huyu gelişmiş bunun üzerine.
3: Filmleri çeviren insanları IKSV mi buluyor yoksa başka biri mi bilmiyorum, ama eğer kendileri bulmuyorsa bile adlarına leke sürdürtmemek adına bu işlemi sıkı kontrolden geçirmeleri lazım. Neticede okuduğumuz şey -de'leri -da'ları birleşik 140 karakterlik tweetler değil.
4: Ve rezaletin daniskası!
''Gönderilen filmin kopyası şifreli'' dendi,
''şifre yok'' dendi.
''Film dijital formatta çekildi, geçen denedik sorun yoktu ama bugün (cumartesi / atlas) gösteremiyoruz'' diyerek
'Tutsak'ın gösterimi yalan oldu. üstelik film sunumluydu, daha da ilginci 'ek seans' gibi bir alternatif sunmayı bile düşünmediler. Teşekkürler IKSV. Geçen de filmin tersten başlatıldığı ve ancak 20dakika sonra sorunu gidermek için birşeyler yapıldığını okumuştum.
Aslında her seferinde sus içine at desem de yapamıyorum IKSV Istanbul'un kültür-sanat mafyası, bu sanırım artık kesinleşti, bizler nasıl olsa tek festivalimiz aman işte olur böyle dedikçe sanki her seferinde sorunlar daha da fazla artıyor gibime geliyor. İyi ya da kötü -neticede bu zevk meselesi- elbette onlarca filmi toparlamak, dağıtımcılarla görüşüp ülkeye getirmek kolay olay değildir, tüm bunları yapabildikleri için de önlerinde saygıyla eğliyorum, ama biraz özen gösterilip, baştan savurmacalık yapmasalar?
Gelelim film çemkirmelerime: (Bu kategoride IKSV'ye bok atma işlemi sona ermiştir, gerçi 1. maddedenin sonucu olarak genelde bunları seçmeye yönelsem de filmlerin kendi boktanlığından dem vurma niyetindeyim.)
WUTHERING HEIGHTS // UĞULTULU TEPELER
Festivalin benim için en büyük hayal kırıklılığıydı diyebilirim. Ağır aksak ilerleyen çekimler, bir ağaca zoomlanmış 5 dakikalık görüntüler (hayır efendim yönetmen burada bir şey anlatmıyor, bu bir Tarkovsky filmi değil hem) ve şiddetli içeriğiyle ciddi anlamda rahatsız oldum diyebilirim. Üstelik film bildiğin sıkıcıydı.
EN KONGELIG AFFEARE // YASAK AŞK
Yasak Aşk diye adlandırılan film öncelikli olarak yasak aşkı anlatmıyor. Film, tamamıyla, deli Danimarka Kralı ve ülkeyi yapmış olduğu reformlarla düzlüğe çıkaran kralın doktoru hakkında. Asıl anlatılmak istenilen yasak aşk ise metnin çok gerisinde kalmış, sadece kökü besleyen bir damar gibi. IKSV'nin anlattığının aksine ise tutklu-heyecan-cinsellik ve ihaneti 0 noktasındaydı. Gerçi bir not düşmenin de faydası var, orjinal
''Girl With The Dragon Tattoo''nun senaryosunu yazan adamdan ne beklenir ki?
TERRAFERMA // MEMLEKET
Çekilmiş olduğu mekanlar sonucu izlemeye karar vermiş olduğum bu İtalyan filmi aynı zamanda senaryosu ve hikayesindeki zenginliğiyle de beni etkiledi. Harita üzerinde bile yer almayan bir Akdeniz adasında geçen filmin ortasında iki farklı konu yer alıyor. Geçinmek için hayat şekillerini değiştiren bir anne-oğul, ergenlik çağında olan çocuğun kendi sorunları, adaya gelen turistlerle ilişkisi hikayenin birinci katmanını oluşturuken filmin ana teması olan 'İnsan Hakları' konusunun da gelişmesine katkıda bulunuyor. Afrika'dan Avrupa'ya kaçak gelmeye çalışan siyah vatandaşlar hakkında olan film aynı zamanda 'insanlık' kavramına da parmak basıyor. Boğulmak üzere olan insanı kurtarır mısınız? Yoksa hukuk ve kurallar size ne olursa olsun kaçak vatandaşlara yardım etmemenizi ön görüyorsa ne yaparsınız? Muallakta kalan sonu ve genel anlamda ilerleyen senaryo ise aslında açık konuşmam gerekirse insanları sömürmek için yazılmış, ağlak Türk dizilerinden farksız ama.
ALPS // ALPLER
Film için heyecanla bilet almamın en büyük sebebi bir Yunan yapımı olması değil, yönetmeninin aynı zamanda yolu Oscar'a kadar uzanan
''Dogtooth''un da başındaki
Giorgos Lanthimos oluşuydu. Şimdi son zamanlarda bu laf da ağzına sakız oldu diyeceksiniz ama senaryoda hakkaten boşluklar vardı, hani bu yüzden ya bazı şeyler çok absürd kalıyo, ya abartı oluyor, ya da havada kalıyor. Bitmesi için dakikakları saydığım filmin absürd tarafları yönünden inanılmaz komik sahneleri de yok değildi, bu arada oyuncuların ilk filmden bile daha robotik bir şekilde hareket etmelerinden yola çıkarak bir sonraki filmin oyuncularının Çelik ve Çeliknaz olmasını tavsiye ediyorum Giorgos'a.
FAUSTUS
Sanırım film hakkında konuşmak için biraz daha bekleyip sindirmem lazım ama burda Poe'nun edebiyattaki teorisini savunmak zorundayım. ''Bir oturuşta bitirilmesi gerekir.'' Evet uzun filmlere dayanamıyorum. Tabii ki de uzun olduğu için kötü demiyorum filme, çarpıtmayın.
DER FLUSS WAR EINST EIN MENSCH // NEHİR BİR INSANDI
Filmi atlamış olmayayım diye şimdiden yazayım dedim! İzlediğim 5 yıldızlı nadir filmlerdendi. Gelecek günlerde 'on the road' teması üzerine bir şeyler yazmayı planladığımdan bunun içeriğini de o zamana saklıyorum.
BONSAI
#topsweetestmovies listesinde zirveye oynayan ''Bonsai'' bir Şili yapımı, sunumlu gösterimde filmin yapımcısı cuma akşamını partylemek yerine filme ayırdığımıza şaşırsa da gençlik aşkı, melankoli ve Marcel Proust göndermesi aslında güzel bir film izlemenin verdiği şaşkınlıkla (onca vasat film sonrası) insanın pek de hayal kırıklığı yaşamasına sebep vermiyor. Sevişmek, yatakta uzanmak sonrasında kitap okumak, ayaklarla oynaşmak tamamıyla bir Louis Garrel cilveleri olsa da onsuz da olabiliyormuş demek. Daha filmin başında sonunu öğrendiğimiz filmin en güzel yanı da zaten son gelene kadarki süreci keyifle izlemek, hatta sonunu bilmemiz bile sonu geldiğinde bizi şok etmekten ya da üzmekten alı koyamıyor. Hayattaki yalanlar üzerine de kurulmuş olan filmin çıkış noktası ise hali hazırda Türkçe'ye çevrilmiş ve yayınlanması beklenen bir
Alejandro Zambra romanı.
MARINA ABRAMOVIC: THE ARTIST IS PRESENT // MA SANATÇI ARAMIZDA
Belgeselde Abramovic'in günlük yaşamına dair detaylar bulsak da asıl amacı MoMA için hazırlamış olduğu efsanevi retrospektife nasıl hazırlandığı ve sergileme aşamasında başından geçen olaylar üzerine kurulu. Sergi gerçekleşmeden kısa bir süre önce kendisini tanıdığım sanatçıyı MoMA'dayken izlemek en büyük hayalimdi desem abartmış olmam. Film izledikten sonra aklımda kalan tek şey ise şu, Fitaş salonunda bile kendisini izlerken tüylerimi diken diken eden kadın, sanki MoMA'nın içerisindeymişim gibi beni büyüleyen kurgu aslında gerçeğe dönüşseydi ne olurdu? Bu soruyu filmden sonra günlerce kendime sormaya devam ederken ise karşılaştığım şu blog aslında hislerime tercüman oldu diyebilirim:
http://marinaabramovicmademecry.tumblr.com/
Festivalde izlediğim diğer filmler ''Elles'', ''Femme du Veme''den şurada, ''2 Days In New York'' hakkında şurada ve aynı zamanda ödül kazanan ''The Loneliest Planet''tan ise şurada bahsetmiştim.